Paylaş
“Çocukluğumdan beri, yüreğimin kaprislerini dinleyerek hayatımı bir heykel gibi yonttum.”
Dün sabah harika bir iyimserlikle uyandım.
Bu cümleyi çok sevdim.
Kendini yüreğinin bütün kaprislerine sere serpe emanet edebilmenin nasıl büyük bir keyif olduğunu, taa şuramda hissettim.
Kendi kendime dedim ki:
“Oğlum bugün Radiohead’in Creep’ini dinlemek yok...”
Anlaştık mı...
Öyleyse günün şarkısı yine büyük Bob Dylan...
Tabii ki, büyük “Like a Rolling Stone...”
Geldiğim yaşta, “bütün hayatımın en büyüğü” olduğuna karar verdiğim şarkı...
Ne diyor:
“How does it feel, how does it feel
To be your own...”
“Kendinin olmak, kendine ait olmak, kendin olmak, nasıl bir duygudur...”
Çok ama çok güzel bir duygudur.
“Kendinin olabilmek” nasıl bir şeydir?
İşte yukarıda yazdığım o cümlenin emrine amade olabilmektir.
Yani, “Hayatını, yüreğinin, kalbinin kaprislerine emanet edebilmek...”
* * *
Dün bu cümleyi okudum ve güne güzel başladım.
Allah’a şükür ben de hayatımın her saniyesinde, kalbimin kaprislerini dinledim.
Ve uydum...
Hem başkalarını, hem kendimi fütursuzca şımartan bir duyguyla büyüdüm... Yaşadım.
* * *
Bu sözleri söyleyen kişi, Türklerin bir zamanlar en nefret ettiği insanlardan biriydi...
Dünyada milyonlarca başka insan da ondan nefret ederdi.
Avukat Jacques Verges...
Üstelik bu sözleri bir banyo küvetinin içinden hepimize nanik yaparak söylüyor...
Diyor ki: “Banyo küvetinin içinde poz vermek, köpeğinle dolaşırken veya bir cumhurbaşkanının yanında elinde şampanya kadehi ile poz vermekten daha şaşırtıcı bir şey değildir.”
Almanya’da bir hamamda poz verirken ben de aynı şeyi düşünüyordum.
O adam önceki hafta öldü...
Hem de nasıl biliyor musunuz?
Hem de nerede...
Tam benim de arzulayacağım bir yerde ve benim de isteyeceğim bir ölümle...
Bir insan Allah’tan nasıl bir ölüm dilerse, işte tam öyle...
NOT: Yazıdaki ayrıntıları Paris
Match dergisinin 22-28 Ağustos 2013 sayısından aldım.
Bir elinde bir kadeh Chateau Talbot öteki eli sevdiği kadının elinde
SEVGİLİSİ mutfaktaydı.
“Bana güzel bir et hazırla” demiş ve yan taraftaki salona geçmişti.
Sevgilisi o aşağı inmeden önce bir şişe Chateau Talbot açıp havalandırmıştı.
Saate baktı, tam sekizdi...
* * *
Seine Nehri kıyısındaki Quai Voltaire’de bir evde oturuyordu.
O an oturduğu odayı düşündü.
Ünlü filozof Voltaire
30 Mayıs 1778 günü,
işte o an oturduğu bu odada ölmüştü.
Fransız ihtilaline sadece
11 yıl kalmıştı.
Büyük bir ihtimalle “Voltaire’in öldüğü odada oturuyorum” diye düşünmüştü.
Elindeki harika Bordeaux şarabından bir kadeh aldı...
Göğsüne doğru inen ağrıyı hissettiğinde, kadeh hâlâ elindeydi.
* * *
Son anında yanına koşan kadın ise bir markizdi.
Marquis de Solages...
Sevgilisinin elini tuttu.
1970’li yıllarda onlarca Türk diplomatını şehit eden ASALA’yı savunan avukat Jacques Verges iki hafta önce işte böyle öldü...
88 yaşındaydı...
Can çekişme denen
duyguyu belki de hiç yaşamadı. Ölüm ani oldu..
* * *
Klaus Barbie davasında bir Nazi kasabını savunmuştu.
Mahkeme bittiğinde kapıda binlerce Nazi aleyhtarı onu bekliyordu.
“Arka kapıdan çık” dediler.
Reddetti, binlerce öfkeli insanın arasından yürüyüp gitti.
Üzerinde Nazizmi lanetleyen milyonlarca insanın öfkesi ve laneti vardı.
Üzerinde dünyanın en
azılı teröristlerinden Carlos’u savunuduğu için, ona içerleyen terör kurbanlarının yakınlarının laneti vardı.
Üzerinde, ASALA terörünün kurbanlarına ağlayan milyonlarca Türk’ün öfkesi ve laneti vardı.
Ama Tanrı ona böyle rahat bir ölümü nasip etti.
* * *
“Doktor hastalığı tedavi etmez. Hastayı eder. Ben suçu savunmuyorum, suçluyu savunuyorum” dedi.
Hep öyle dedi.
Bütün baroların duvarlarına asılacak bir söz...
Unutmayalım...
Bir gün herkesin bir avukata ihtiyacı olabilir...
Adaletten bütün umudunuzu kestiğiniz günlere bile,
bir avukatın yanınızda olması, hâlâ umut var demektir.
Paylaş