BEN belediye otobüslerine binmem. Bazı arkadaşlarım bunu, benim ‘‘halktan kopukluğumu’’ gösteren bir sembol olarak habire hatırlatırlar.
Anlayacağınız, benim belediye otobüslerine binmemem, bir ‘‘snobluk etiketi’’ olarak derime yapışmıştır.
Oysa bu sembolik inkárımın arkasında, bugüne kadar çok az yakınıma anlattığım bir travma yatar.
Beni belediye otobüslerinden tardeden işte bu travmadır.
* * *
1962 veya 63 yılıydı. Lise ikinci sınıftaydım.
İzmir'in Üçyol Semti'nde oturuyorduk.
Belediye otobüsü ile evime geliyordum. Üçyol'a bir durak kalmıştı.
Otobüs kalabalıktı ve ben ayakta duruyordum. Yüzüm ve gövdem dışarı dönüktü.
Bir elim üstteki askıdaydı. Öbür elimde kitap vardı, onu okuyordum.
Birden, hemen dibimden gelen bir kız sesi otobüste yankılanmaya başladı.
Birisi, birine, ‘‘Terbiyesiz adam. Bana sarkıntılık ediyorsun’’ diye avaz avaz bağırıyordu.
Ben de merakla başımı geriye çevirdiğimde, bağıran o kızla yüz yüze geldim.
Birden fark ettim ki, kızın bağırdığı insan bendim. Anladığım kadarıyla, gövdemin bir tarafı o kalabalıkta ona değmişti.
Allah şahidim, orada kızın varlığından bile habersizdim.
Ayrıca bütün lise ve üniversite yıllarında dünyanın en utangaç insanlarından biriydim.
Değil otobüste bir kıza dokunmayı, yüzlerine bile bakamazdım.
Aynı anda otobüste öfkeli onlarca yüzün bana doğru baktığını fark ettim.
Sosyal linç başlamıştı.
Ağzımdan, ‘‘Hanımefendi, ben farkında bile değilim, ne oldu’’ gibi cümleler dökülmeye başladı.
Ama nafile.
O sahnede benim kendimi anlatma imkánım yoktu ve olamazdı.
Bazı erkekler üzerime yürümeye başlamıştı bile.
Herkesin gözünde adi bir sapık, o günün moda deyişi ile bir ‘‘fortçu’’ olup çıkmıştım.
* * *
O an Üçyol'dan bir önceki durak imdadıma yetişti.
Otobüs durdu, kapılar açıldı ve bir anda kendimi dışarı attım.
Çok iyi biliyordum ki, bu kaçış benim o işi yaptığımın ispatı anlamına gelecekti.
Ama bir an önce kaçıp, kendimi kurtarmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu.
O günün İzmir'inde, ‘‘namusu için’’ bağırıp çağıran genç bir kızın karşısında beraat edebilmem mümkün değildi.
O utancı yıllarca üzerimde taşıdım. Otobüste beni tanıyan bazı kişiler mutlaka vardı. Acaba ne düşünmüşlerdir?
İşte o günden sonra belediye otobüslerine karşı içimde büyük bir kin birikti.
Öğrencilik yıllarım bitti, Fransa'ya gittim, döndüm, öğretim üyesi oldum, ama içimdeki bu korku ve kin geçmedi.
Üç-dört kilometreden az mesafelerde kar demedim, kış demedim hep yürüdüm.
Ya dolmuşa bindim, ya da param olduğu zamanlar taksiye.
Sedat Ergin o yüzden bana, ‘‘Ben seni, her sabah Cinnah Caddesi'nden aşağı doğru yürüyen bir insan olarak tanıdım’’ der.
* * *
Ercan Arıklı'nın kaza geçirdiği haberini aldığım an, aklıma bu geldi.
Ercan Arıklı ile iki konuda çok iyi anlaşırdık.
Kadınlar ve belediye otobüsleri...
Benim gövdem değil, ama ruhum gençliğimde, tercihsiz bir yolda belediye otobüsünün altında kalmıştı.
Ben yara bere alarak kurtuldum.
Ercan Arıklı kurtulamadı.
Belediye otobüsü altında kalmak ikimize de yakışmazdı.
Ama kaldık. Ben şanslıydım, o şanssız...
Cenaze namazında imam, ‘‘Kimse buraya silah zoruyla getirilmedi. Ben böyle iki cenaze gördüm. Biri Kemal Sunal'ındı, öteki de Ercan Arıklı'nın’’ dedi.
Ben bir de Yavuz Gökmen'inkini görmüştüm.
Ne diyeyim, Allah hepimize doğal bir ölüm, böyle bir cenaze nasip etsin.
* * *
Ben Ercan Arıklı'yı hep kadınlardan dinledim.
Çünkü o, Türk medyasında iki sessiz ihtilalin lideriydi. Hepimize, gazeteciliğin siyasetten ibaret olmadığını, hayatın çok daha geniş, renkli ve keyifli alanlarını medyanın iskánına açmamız gerektiğini öğreten insandı.
İkincisi de, Türk medyasının kapılarını kadınlara ağzına kadar açan patrondu.
O kapıdan çok başarılı kadınlar girdiler. Mezun oldular ve bugün Türk medyasında çok önemli mevkilere, köşelere geldiler.
Eminim, kadınların duası onu cennete götürecektir...