Paylaş
Kocası bir süre önce kendini, 26 yaşında genç bir kadın için terk etmiş. Aşağıda anlatacağım olay, İstanbul’da başından geçmiş. Onun yalancısıyım...
‘Kadınların hayat hikâyeleri’ konulu bir konferansta konuşmak üzere İstanbul’a gelmiş.
Konuşması bittikten sonra Kapalıçarşı’da dolaşmaya çıkmış.
Orada bir dükkânda tozlu raflarda koyu mavi renkli bir çeşmi bülbül bulmuş.
Otele gelip, banyoda temizlemek için ovuştururken ağzındaki kapak açılmış ve içinden yeşil bir cin çıkmış.
Şaşırdınız değil mi?
Ben de şaşırdım ama ama aynen böyle anlatıyor.
Cin, dışarı çıkar çıkmaz, kadına “Dile benden ne dilersen” diye sormuş.
Kadın bir süre düşünmüş, sonra
şunu istemiş:
“Gövdemi, onu en beğendiğim dönemdeki haline getir.”
Şimdi bu yazıyı okumayı kesip düşünün.
Bir; sizce cin, 55 yaşındaki kadının gövdesini hangi yaşındaki haline getirmiştir?
İki; Cin aynı soruyu size sorsaydı, gövdenizin kaç yaşındaki haline dönmesini isterdiniz?
* * *
Kendi cevabınızı verdiniz mi?
Bakalım, Gillian Perholt’unki
ile tutuyor mu?
Kadın banyodan çıkarken aynaya bakmış.
Karşısında, 35 yaşındaki hali duruyor.
Cin, kadının kendini en beğendiği yaş olarak, 35’i seçmiş.
Yani gövdesini, korkutucu bir güzelliğinin olduğu 20’li yaşları
değil de, beden ve ruhun en uyumlu olduğu yaşa getirmiş.
Dr. Pertholt, “Çok zekice bir tercih. Buna asla pişman olmayacağım” diyor.
Aynı fikirde misiniz?
* * *
Yukarda anlattığım olay gerçek değil.
A.S. Byatt’ın, ‘The Djinn in the Nightingale’s Eye’ adlı kısa hikâyesinden aktardım.
Bu hikâyeyi de, geçen haftalarda size yazmaya söz verdiğim, ‘The Stranger in the Mirror’ adlı kitapta okudum.
Jane Shilling, bu kitabı yazmaya 47 yaşında başlamış.
Bugünün kadını, 40’lı yaşlarının ortalarında da gövdesini korumayı başarabiliyor.
Kaç yıldır, 40’lı yaşlarındaki kadınların güzelliğini anlatıyorum.
Gövde korunuyor. Ama korunamayan, hiç geri gelmeyen bir şey var.
Alın yazısı gibi bir şey.
Onu da Shilling’den aktarıyorum:
“İçkiyi bıraktım. Günde iki litre su içiyorum. Sadece cam şişeden içtiğim suyun içine enerji ve detoks katkıları koyuyorum. Akşam en geç saat 22.00’de yatağa giriyorum. Gözümün altındaki halkalar ve kırışıklıklar için 200 dolarlık, garantili kremler kullanıyorum.
Sonuç: Kendimi, 20’li, erken 30’lu yaşlarımdaki kadar dinç ve enerjik hissediyorum. Ancak her sabah banyonun aynasında hep o aynı kötü şeyle karşılaşıyorum.
Bakışlarım...
Sanıyorum, bakışlarım bir daha geri gelmemek üzere gitmiş...”
* * *
Maalesef, doğru...
En nankör yanımız bakışlarımız. Parmak izi kadar, DNA kadar bize ait olan, bizi biz yapan yanımız.
Bakışlar...
Görme duygusu kaybolurken ilk ihanet eden renk mavi oluyor.
Önce mavi renk gidiyor.
Ve onunla birlikte bakışlar...
Köpek bakışı, Ava Gardner bakışı, Clint Eastwood bakışı...
Vefasız olan aynalar değil, bakışlar...
Bedenin başladığı işi, ne yazık ki botoks tamamlıyor.
Botoks, kırışıkları kaybetmenin bedelini bakışlara ödeten gençlik iksiri...
Ve aynaya bakarken hep o ilahi
kanunu hatırlıyorsunuz.
Almadan vermek Allah’a mahsus!
* * *
Hayat yine de devam ediyor.
40’lı, 50’li, hatta 60’lı yaşlardaki ten bile, günaha davet etmek için, hâlâ pusuda bekliyor.
O yaşlarda, bakışlardaki hüznü neyle hafifletebiliriz derseniz, 47 yaşındaki Jane Shilling aynanın önündeki çırılçıplak fotoğrafıyla size şu tavsiyede bulunuyor:
“Richard Strauss’un, ‘Four Last Song’unu’, Elisabeth Schwarzkopf’tan dinleyin.”
Ben Renee Fleming’den dinlemeyi tercih ediyorum.
Önümüzdeki günlerde İstanbul’a geliyor.
Kaybolan bakışları biraz bulabilmek için...
TAM OKUMA ZAMANIDIR
1. Thomas Moore, ‘Utopia’, 4’üncü baskı, 2006, İş Bankası Yayınları.
(*) Özellikle son bölümde Mina
Urgan’ın yazdığı Thomas Moore
analizini ve hayatını okumak, bugünler açısından çok öğretici geliyor. Bu kitabı
20 yıl sonra yeniden okudum. Beklermiş bazı kitaplar bazı yaşları...
2. Werner Biermann, ‘1939 Yazı’, çeviren Ayşe Sarısayın, Can Yayınları, 2011
(*) ‘1968’ adlı kitapta, insanlık tarihinde hiçbir yılın böylesine ilginç bir özelliği olmadığı tezini işliyordu. 1939, bizim için İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasını temsil ediyor. Ama o yıl, orada burada, meğer neler olmuş neler... Otoriterliğin tartışıldığı şu günlerde okumanın tam zamanı.
3. Simon Sebag Montefiore, ‘Jerusalem: The Biography’, Weidenfeld and Nicolson, London, 2011
(*) Judah, Herod, Hazreti İsa, Abbasiler, Filistinliler, Yahudiler, Araplar, Türkler... Sadece bu isimler bile yeter. Hiçbir stratejik önemi olmayan, yeraltı ve üstü zenginlikleri bulunmayan, askeri açıdan hiçbir şey ifade etmeyen bu şehir neden bu şehirdir. Okumanın tam zamanı.
TAM DİNLEME ZAMANIDIR
1. Vedat Sakman’ın ‘Yaşamın Gözlerin Kadar Güzel
Olsun Sevgilim’, REC, 2011
(*) Bugünlerde nasıl bir müziğe ihtiyacın vardı diye
sorsanız, banko Vedat Sakman derim. Otel salonlarının unutulmuş rayihası, Ümit Besen’lerin, Ferdi Özbeğen’lerin özlenen soundu ve romantizm... Dili bozulmuş bir seçim kampanyasının yara bere içinde bıraktığı ruhuma bundan daha iyi hiçbir şey gelmezdi.
2. Kings of Leon’un ‘Use Somebody’ adlı eski şarkısı.
(*) 14 Haziran’da Berlin’deki konsere hazırlık şimdiden başladı. Bu şarkı, bu hançere, bana çok iyi geliyor. Bugünlerde tuhafım. Bir yandan Vedat Sakman sakinliği, bir yandan rock feryadı. Bölünmüş ruhlar sendromuna ilaç gibi.
3. Eldan ve Nigar’ın, Eurovision’u kazanan
‘Running Scare’ şarkısı.
(*) Naim Dilmener, Hakan Çelik’in televizyon programında “12 puanım olsa bu şarkıya bir puan bile vermem” dedi. Şarkıyı çok demode bulduğunu söyledi. Hiç katılmıyorum. Çok güzel bir şarkı. Ayrıca dünya yeniden romantik sarmala girdi. Yani şarkı demode değil. Büyük bir zevkle üst üste dinliyorum. Bana Abba tadı veriyor.
Paylaş