Paylaş
Viyana, hayallerimin hiç kuşkusuz müzik payitahtı. Başkent değil, payitaht diyorum. Çünkü bu şehir, benim için hep Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun merkezi olarak kaldı.
Nedense, benim kafamda cumhuriyet devrimini yapamadı.
Mozart, Mahler, Strauss, Karl Boehm...
Daha kimleri sayayım. Ne kadar uzun bir liste yapayım.
MUHAFIZ KUARTETİ
Viyana'da her şeyi hayal ederdim de bir gün hayatımın en güzel İstiklal Marşı'nı dinleyeceğimi düşünemezdim.
Nitekim, kapısında Avusturya İmparatoru Birinci François yazan saraya girerken bile böyle bir şey aklıma gelmemişti.
Herhalde burasının Mozart'ın, Strauss'un memleketi olduğunu unutmuştum.
İmparatorun sarayında şimdi Avusturya Cumhurbaşkanı Thomas Klestil'in, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel için verdiği yemekteyiz.
Bu yemeğin özel bir önemi var.
Türkler'in 700 yıllık imparatorluk ve cumhuriyet tarihinde ilk defa bir devlet başkanı Viyana'ya geliyor.
Tesadüfe bakın ki, bu şehrin kapılarına kadar gelen son Türk başkanının adı da Süleyman'dı.
Kanuni Sultan Süleyman'ın savaşla açamadığı kapılar, şimdi barışla açılmıştı.
Sarayın yüksek kolonlar üzerine kurulu salonu, Dolmabahçe'nin müzayede salonunun yanında belki mütevazı kalıyor.
Ama yine de o imparatorluk hacmini ve o hacmi dolduran havayı hissediyorsunuz.
İki devlet başkanının oturduğu masanın tam karşısında küçük bir balkon var.
Avusturya Cumhurbaşkanı'nın konuşması bittikten sonra ayağa kalkıp, şampanya kadehlerimizi toast için elimize alırken, işte o küçük balkondan volümü çok iyi ayarlanmış, hafif bir müzik yükselmeye başlıyor.
Balkondaki, üç keman ve bir viyolonselden oluşan kuarteti o an fark ediyoruz.
Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Kuarteti, İstiklal Marşı'nı çalmaya başlıyor.
Burası Viyana ve tabii ki bu da çok farklı bir İstiklal Marşı.
Belki de İstiklal Marşı üzerine bir çeşitleme.
Okul avluları, miting meydanları, kongre salonlarından çıkıp oda müziği haline gelmiş bu İstiklal Marşı, tabii ki insana bazı şeyleri gösteriyor.
İstiklal Marşı'mızın müzikal yapısı çok güzel.
Hemen arkasından çalınan Avusturya İstiklal Marşı'nın müziğinden daha güzel.
Muhafız Alay Kuarteti'nin çaldığı İstiklal Marşı'nın bu versiyonunu dinleyip, üzerinde düşünmekte yarar var diye düşünüyorum.
Yemek masasında bir şey daha düşünüyorum.
Acaba büyük bir imparatorluktan dipdiri ve modern bir cumhuriyete geçerken, bütün bir maziyi saray mahzenlerinde tozlanmaya mı bırakmak gerekir?
Önümüzdeki tabaklara bakıyorum. Her birinin üzerinde imparatorluk arması var.
Masaya konan mönü kartlarının ve davetiyelerin üzerinde ise cumhuriyetin kartal amblemi bulunuyor.
Ama her ikisinde de büyük bir devletin sembolik varlığını hissediyorsunuz.
Koskoca bir imparatorluk, mendil kadar bir coğrafyaya inmiş olsa da, mazinin geniş Orta Avrupa haritası, sembollerin üzerinde yaşıyor.
Çok mu önemli?.. Bu nostalji çok mu gerekli?..
Bence evet.
FREUD'UN ÜLKESİ
Gelelim bugünün meselelerine.
Viyana, sadece müziğin memleketi değil. Aynı zamanda psikolojinin, psikanalizin memleketi.
Sadece Mozart'ın, Mahler'in şehri değil.
Aynı zamanda Freud'un memleketi.
Belki de o yüzden, iki Cumhurbaşkanı salona girerken, yüzlerindeki ifadeden psikolojik bir tahlil yapmaya çalışıyorum.
Cumhurbaşkanı Demirel'in yüzünü belki de ilk defa bu kadar asık, daha doğrusu sıkkın görüyorum.
Belli ki bu ‘‘dostluk’’ ziyaretinde kapılar kapanınca, konuşulan bazı şeyler havaalanındaki 21 pare top kadar sıcak ve samimi olmamış.
Nitekim biraz sonra yemek konuşmalarında, bir kavram savaşı izliyoruz.
Avusturya Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne giriş şartını şu cümlelerle ortaya koyuyor:
‘‘Sayın Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin birleşmiş Avrupa'nın bir parçası olabilmek için göstermesi gereken büyük çabaların bilincinde olduğunuzu biliyorum.’’
Arkasından o şartların en önemlileri sıralanıyor:
‘‘İnsan hakları, demokrasi ve hukuk devleti.’’
Ama insaflı olalım. Bu şartlar arasında çok önemli bir şey unutulmuş değil mi?
Bu yüzyılın en önemli belalarından biri olan terör, acaba basit bir unutkanlık mı?
Yoksa Avusturya'nın başında böyle bir belanın olmaması, bunun önemsenmemesi gibi bir durum mu ortaya çıkarıyor?
Cumhurbaşkanı Demirel haklı olarak, dünyanın başındaki öteki belaları sayıyor.
‘‘Bugün artık küresel bir savaş riski altında değiliz. Ancak demokrasiler açısından ciddi tehdit oluşturan yeni tehlikelerle karşı karşıyayız. Yabancı düşmanlığı, etnik milliyetçilik, ırkçılık, terörizm, örgütlü suç, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı.’’
Dikkatle seçilmiş kavramlar. Bir bölümü bazı AB üyelerini tarif ediyor.
Ama çoğu PKK'yı.
‘‘Terör ve uyuşturucu kaçakçılığı sizi hiç mi ilgilendirmiyor’’ demeye getiriyor.
Bütün bunları dinleyince akla şu soru geliyor:
‘‘Acaba insan hakları ve demokrasi ile terör ve uyuşturucu madde kaçakçılığına karşı mücadelenin buluşabileceği bir yer yok mu?’’
Çağdaş Avrupa'nın olaya tek yanlı bir 19. Yüzyıl nostaljisi ile değil de, bu ortak optikten bakması gerekmez mi?
Böyle yapmazsanız, 30 bin tabutu önünde dişlerini kenetlemiş Türkiye'den bir şey istemeye hakkınız olabilir mi?
Paylaş