Paylaş
Dün sabah İstanbul'dan Atina'ya uçarken Hüseyin Cahit Yalçın'ın Edebiyat Hatıraları'nı okuyorum.
İş Bankası Yayınları'ndan çıkan yeni yayını.
Uçak, Çanakkale Boğazı'ndan çıkıp Ege'ye doğru açılıyor.
Altımda masmavi bir Ege.
Yazdan kalmış pırıl pırıl bir gün.
Hatıraların hemen başındaki şu cümlelerin altını özenle çiziyorum.
‘‘Uf! Kendini bilmeye başladığı dakikadan başlayarak cinayet romanları içinde büyüyen, Ahmet Mithat Efendi'nin edebiyat ve felsefesi ile beslenen bir çocuktan herhalde fazlasını beklemek insafsızlık olacaktır.’’
* * *
‘‘İnsafsızlık...’’
İşte o kelimeye taktım.
Tabii ki kafamda o soru.
Acaba hakikaten, her şeyden, herkesten gerektiğinden fazla şeyler mi bekliyoruz?
Arkadaşımızdan, dostumuzdan, eşimizden, sevgilimizden, çocuğumuzdan, kardeşimizden, annemizden, babamızdan...
Acaba gerektiğinden fazla şeyler mi bekliyoruz?
Acaba insafsızlık mı ediyoruz?
Gerektiğinden çok şey bekleyip, düş kırıklıklarına uğrayıp, hiç hak etmedikleri halde çok sevdiğimiz insanların üzerini mi ‘‘çiziyoruz.’’
* * *
Neyse, bugün benim meselem bu değil.
Başka şeylere takılmak istiyorum.
Fay hatlarının dışına çıkmak istiyorum.
Atina'dayım.
Bugün Yunanlı meslektaşlarla bir araya geleceğiz.
Türk-Yunan meselelerini konuşacağız.
Onlar mutlaka bana Kardak'ı soracaklar.
‘‘Hürriyet neden oraya bayrak dikti?’’ diye etik meselelerden bahsedecekler.
Biz de kendimizce onlara başka şeyler soracağız.
Birbirimize karşı savcı kesileceğiz, hákim koltuğuna oturup infaz memuru olacağız.
Ve ben yine o masanın başında içimden Hüseyin Cahit Yalçın'ın kafama takılan o sorusunu soracağım.
‘‘Acaba birbirimizden gereğinden fazla şey mi bekliyoruz?’’
Böyle yapıp da birbirimize haksızlık mı ediyoruz?
Neyse...
Bunlar da önemli değil. Nasılsa bir gün bunlar da aşılacak.
Kılık kıyafetinden yediği içtiğine, dinlediği müzikten tuhaflıklarına kadar birbirinin aynı toplumların ilanihaye birbirine uzak kalmaları mümkün değil.
Nitekim o uzaklıklar giderek azalıyor.
* * *
Ama bugün benim meselem başka.
Ben dut ağaçlarına taktım.
Atina'da kaldığım Hilton Oteli'nin hemen arka sokağındaki o dut ağaçlarına.
Henüz yapraklarını dökmemişler. Tıpkı akrabalar, cemaatler gibi yolun kenarına sıralanmışlar.
Tıpkı çocukluğumun İzmir'indeki gibi.
Uzun yıllardan beri sokaklarda ilk defa dut ağaçlarını görüyorum.
Bu, Avrupa'nın dışında bir şey. Yunanistan istediği kadar Avrupa Topluluğu'nun üyesi olsun. Onun coğrafyasının dışındaki bir şey.
Ancak benim çocukluğumun İzmir'indeki sokaklarda gördüğüm bir şey.
* * *
Dut ağaçları...
İlkokula başladığım gün İzmir'in Kahramanlar Semti ile Gazi İlkokulu'nun bulunduğu Alsancak'ı birbirine bağlayan fuar kenarındaki o caddenin dut ağaçları.
Okula gidip gelirken üzerlerine tırmanıp veya silkeleyip yediğimiz dutlar.
Şimdi Atina'da yine o günlere dönüyorum.
Dut ağaçlarına...
Ve merak ediyorum, acaba dünyanın başka neresinde böyle büyük şehirlerin caddelerinde dut ağaçları vardır?
Bu şehirde her şey öylesine akraba, her şey öylesine tanıdık ki, Hüseyin Cahit Yalçın'ın o meşum sorusu baykuş gibi omuzlarıma oturuyor.
‘‘Acaba birbirimizden gereğinden fazla şey mi bekliyoruz?’’
‘‘Acaba birbirimize insafsızlık mı ediyoruz?’’
İşte, bugün Atina'da Yunanlı meslektaşlarımızla bunları konuşacağız.
Yani, o ‘‘insafsızlık’’ meselesini...
Paylaş