Paylaş
SEVDİĞİM bir söz vardır. Adalet duygusunu, insan ruhunda pasif bir intikam tatmini haline getiren çok güzel bir söz.
Şöyle der:
‘‘Uzun süre bir derenin başında oturursanız, düşmanlarınızın cesetlerinin önünüzden geçtiğini görürsünüz.’’
Bu sözün yarısı doğrudur.
Önünüzden geçenlerin bir bölümü hakikaten düşmanlarınızdır.
Kötü insanlardır.
‘‘Birileri, ilahi birileri ona cezasını vermiş’’ diye düşünebilirsiniz.
* * *
Çoğu kez aradan çok uzun süre geçmiştir.
İçinizdeki düşmanlık duyguları buhar olup uçmuştur.
Bir kin fanatiği değilseniz, geriye ya bir hiçlik, umursamazlık, ya da en kötü ihtimalle bağışlama kalmıştır.
Önünüzden geçen bir zamanların düşman cesedi, size acıma duygusu bile verebilir.
Ama bazen önünüzden tanıdık cesetler de geçer.
Arkadaşlarınızın hataları, kendi yanlışlarınız, hüzünlü bir Hindu cenazesi gibi, alevler içinde önünüzden akar gider.
Dün Kemal Derviş'in basın toplantısını izlerken, önümden böyle sallar, sandallar geçti.
O an hissettim ki, bir dönem artık kapanıyor.
Yığılan borçları gösteren o tablolar aktıkça gerilere döndüm.
Bazı geceleri, bazı sohbetleri hatırladım.
Kendi kendime kızdım.
O zamanlar ısrarla karşı çıktığım o yanlışlıkları, daha sonraları niye unuttuğumu kendi kendime sordum.
Derviş, her şeyin 1992'de başladığını söylüyor.
Bana göre her şey 1990 yılında o meşum gece başladı.
Bolu'daki bir buluşmayla.
İşçiler Zonguldak'tan Ankara'ya doğru yürüyordu. İstanbul-Ankara yoluna çıkmak üzerelerdi.
* * *
Başlarında o zaman bizim taktığımız isimle, ‘‘Leh Walesa’’ diye anılan rahmetli Şemsi vardı.
Özal Çankaya'daydı.
İşçilerin istediği zammın verilmesine şiddetle karşıydı.
Ama dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut, Bolu'da Şemsi ile gizlice buluşmuştu.
Biz haberi almıştık.
O gece Özal beni aradı. Burada yazamayacağım bir ifade kullanarak, Akbulut için ‘‘Ne yapıyor bu adam’’ demişti.
Burnundan soluyordu.
Akbulut, işçilerin istediği zammı vermişti.
Özal ise bana, ‘‘Bizim zihniyetimiz bu gece iktidardan indi’’ demişti.
* * *
O tarih, Türkiye'de Özal politikalarının sonuydu. Bütün 1990'lara hákim olacak olan popülist dönem açılıyordu.
Daha doğrusu Türkiye, 1950'lerin Adnan Menderes politikalarına geri dönüyordu.
Bunun ikinci işaretini 1991 seçimlerine beş gün kala Demirel veriyordu.
Çiftçiye sesleniyordu: ‘‘ANAP ne veriyorsa ben beş puan fazlasını vereceğim.’’
Bu sözleri ertesi günü Hürriyet'in manşetindeydi.
Menderes'in ‘‘Her mahallede bir milyoner yaratacağız’’ sözleri nasıl 1950'lere damgasını vurduysa, Demirel'in bu sözleri de 90'lara damgasını vuracaktı.
Onun arkasından erken emeklilik politikaları gelecekti.
‘‘Milletin efendisi’’ olan köylü, ‘‘Benim köylüm’’e terfi edecekti.
Bu politikaları sübvanse etmek için borçlanmalara gidilecekti.
Sonunda Türkiye duvara toslayacak ve dün Derviş'in basın toplantısında itiraf ettiği o derin dibe vuracaktı.
O meşum gece Bolu'da başlayan yürüyüş, sonunda bir Kızılordu bozgununa dönüşecekti.
* * *
Gazeteciliğe 1985 yılında başladım.
Türkiye ve Rusya'nın çok önemli bir dönüşüm dönemini bir tanık olarak yaşadım.
Çok şey gördüm. Çok şey yaşadım. Bazılarını yazdım, bazılarını henüz yazamadım.
Bazılarını ise belki de hiçbir zaman yazamayacağım.
Ama insan uzun süre bir nehrin başında oturduğu zaman, bütün bu zamanın önünden akıp geçtiğini görüyor.
Hadi daha insaflı olalım ve cesetlerden söz etmeyelim.
Sadece başkalarının ve kendinizin yanlışlarından söz edelim.
Akan nehir, bazen bir resmi geçit oluyor. Orada başkalarının hatalarını görüyorsunuz.
Bazen ise bir aynaya dönüşüyor.
Orada sadece kendiniz varsınız.
Hatalarınızla ve sevaplarınızla...
Paylaş