ÖZDEMİR İnce'nin ‘‘Şiir ve Gerçeklik’’ adlı kitabında, beni çok etkileyen bir hikáye var. Olay, New York'ta Brooklyn Köprüsü'nde geçiyor.
Köprünün üzerinde yürüyen adam, ámá bir dilenciye rastlar.
Ona, ‘‘Nasıl, geçinebiliyor musun’’ diye sorar.
Ama dilenci, ‘‘Eh işte, geçinip gidiyorum’’ cevabını verir.
Bunun üzerine adam, ‘‘Şimdi ben sana yardım edeceğim’’ der ve dilencinin elindeki karton parçasını alıp, üzerine bir cümle yazar.
Kartonu tekrar dilenciye verirken, ‘‘Ben bir hafta sonra gelip, sana durumu soracağım’’ der.
Nitekim bir hafta sonra gelip, aynı yerde dilenciyi bulur ve ‘‘İşlerin nasıl’’ diye sorar.
Dilenci, ‘‘Beyefendi, siz bana ne yaptınız? Sanki bir mucize oldu. Sizden önce günde 5 doları bile zor toplarken, şimdi 20-25 dolar topluyorum’’ der.
Adam şu cevabı verir:
‘‘Fazla bir şey yapmadım. Elindeki kartonda, ‘Doğuştan ámá yoksula bir sadaka' yazılıydı. Onu karalayıp yerine şu cümleyi yazdım:
Yine bahar geldi ve ben görmeyeceğim.’’
* * *
Benim gözlerim görüyor, ama ben de her bahar, o yıl göremeyeceğim baharlara üzülürüm.
Her yıl da bu üzüntümü bir ‘‘bahar requiem'i’’ gibi yazarım.
Geçen yıllarda, ‘‘Ben yaşımı, yaşadığım yıllara göre değil, önümde kalan baharlara göre hesaplarım’’ diye yazmıştım.
T.S Eliot’un, ‘‘Çorak Ülke’’ şiirinin ilk mısraı da o yüzden her yıl yeniden başlayan bir hüzün miladı gibi kafama yerleşmiştir:
‘‘Nisan, ayların en zalimidir...’’
İşte o yüzden her yıl, önümde kalan yılların çetelesine bir zulüm çentiği daha atar ve kalan yıllarıma üzülürüm.
Çünkü bilirim ki, her gelen nisan, bir öncekinden daha zalim olacaktır.
Ve baharı görmemek için ille de ámá olmak zaruri değildir.
* * *
İnsanın böyle anlarda tek tesellisi ise bu zulüm aylarında tek başına olmaması, kuytularda, karanlık köşelerde yalnızlık çekmemesidir.
Çünkü mutlaka başkalarının da zalim ayları, göremediği baharları vardır.
Bazen böyle başka insanların zulüm aylarını da okurum.
Bu merak ve çaresizlikle araştırdıkça el yordamıyla kader ortakları bulurum.
Baharı görememek kadar ıstırap verici duyguların da bulunduğunu keşfederim.
Mesela, vatanı görememek...
* * *
Önümde ‘‘Gösteri’’ Dergisi'nin son sayısı duruyor.
İstiklal Marşı'nın yazarı Mehmet Akif Ersoy'a ayrılmış özel bir sayı.
Orada, Yedigün Dergisi'nin 1 Temmuz 1936 tarihli sayısında bu büyük Türk şairi ile yapılmış son mülakatlardan biri var.
Feridun Kandemir'in yaptığı bu mülakatı okurken, bitmekte olan zalim bir ayın verdiği ağırlıkla daha da etkilendim.
Dergide, Mehmet Akif'in son günlerine ait çok hüzünlü bir fotoğraf var.
Üzerinde beyaz bir mintan ve içinde kalmış bebek kadar küçük bir beden.
Mısır'daki sürgün yıllarından henüz dönmüş.
Ama daha vatan hasretini gideremeden, o zalim hastalık kalleşçe üzerine çullanmış.
Ve vatan hasreti:
‘‘Mısır'dan üç gecede geldim. Bu üç gece, otuz asır kadar uzun sürdü. Orada on bir yıl kaldım. Fakat bir an oldu ki on bir gün daha kalsaydım çıldırırdım.’’
Peki ya yazdığı son dizeler?
Sürgün günlerinde, Mısır'da yazılmış.
Bir yıl kadar önce.
Güneşli bir günmüş. Gölgesi kumların üzerinde upuzun öyle duruyormuş.
Birileri gelip fotoğrafını çekmiş.
Sonra o fotoğraf tabedilip önüne getirilmiş.
Fotoğrafına bakmış ve o gün arkasına şu dizeleri yazmış:
‘‘Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiçbiri yok
Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak
Postu sermekse meramın yola, serdirmezler
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak.’’
Bir daha hiçbir zaman görülmeyecek bahardan önce yazılmış son dizeler bu olmuş.
* * *
Diyorum ya, sonunda çoğumuz aynı insanız.
Hepimizin bedenleri iki, üç, dört numara küçülmüş.
Hepimizin üzerinde, bize bol gelen beyaz gömlekler.
Ve hepimizin elinde o karton parçası:
‘‘Bahar geldi ve biz görmeyeceğiz.’’
Bir köprüde böyle dilenir gideriz işte.
Kimimiz köprü üstü, kimimiz ise köprü altı çocukları olarak...