Paylaş
Davetin konusu, uluslararası bir iletişim konferansıydı.
Bütün ülke bir şantiye halindeydi ve Bağdat tam bir ekonomik patlamayı yaşıyordu.
Konferansa katılanlara özel bir tren tahsis edildi ve Bağdat’tan Basra’ya olağanüstü etkileyici bir gece yolculuğu yaptık.
Yataklı trenin bir vagonu, eğlence için ayrılmıştı.
Vagon bir gece kulübü gibi donatılmıştı.
Ağzından alev fışkıran petrol kuyularının yarattığı harikulade bir meşale takı altında yol alıyorduk.
O yolculuğu hiçbir zaman unutamadım.
Ama unutmama nedenim, sadece çölün etkileyici güzelliği değildi.
Bir başka şey vardı ki, bugün hâlâ düşündükçe gözyaşımı tutamıyorum.
* * *
Yol boyunca Guantanamera’lar, Venceremos’lar söyledik.
Dünyanın dört bir yanından gelmiş, kafası karışık bir Üçüncü Dünya ideolojisi, hepimizi birbirimize bağlamıştı.
O yolculukta, genç bir Kürt’le tanıştım.
O da benim gibi 30’larındaydı.
Nâzım Hikmet hayranıydı.
Türkçe bilmediği halde, Nâzım’dan Türkçe dizeler okuyordu.
Çok mutluydu.
Çünkü, iktidardaki Hasan El Bekr ve Saddam Hüseyin yönetimi, Kürtlere özerklik tanımıştı.
Bu özerklik Irak Anayasası’na da girmişti.
O gece tanıştığım Kürt arkadaşım, “Sonunda biz de bu ülkenin eşit ve oluşturucu parçası olduk” diyordu.
Hasan El Bekr ve Saddam’a övgüler düzüyordu.
“İnşallah Türkiye’nin Kürtleri de bir gün bizim gibi haklara sahip olur” diyordu.
Ben de “İnşallah” diyordum.
* * *
Bağdat’tan böyle güzel dostluklar ve izlenimlerle döndüm.
Aradan beş altı ay geçti.
Irak’tan bir heyet Türkiye’ye geliyordu.
Aralarında orada tanıdığım bir Iraklı gazeteci de vardı.
Benimle görüşmek istediğini bildiriyordu.
Orada gördüğüm dostluk ve yakınlığı unutamamıştım.
Ben de ona aynı dostluğu göstermek istedim.
Dostumu Ankara’da bir restorana götürdüm.
Hatırları tazeledik, o güzel geceyi konuştuk.
Sonra Nâzım hayranı Kürt arkadaşımı sordum.
Yüzüme hayretle baktı.
“Bilmiyor musun?” dedi.
“Neyi?” diye sordum.
Bir an sustu, sonra utangaç, ezik bir ifadeyle cevap verdi:
“Geçen ay idam edildi...”
* * *
Dondum kaldım.
Hayatımın en büyük travmalarından birini yaşıyordum.
Bağdat’ta hava bir anda tersine dönmüş ve verilen bütün haklar geri alınmıştı.
Kürt arkadaşımın güleç, sevgi ve sıcaklık dolu yüzü hâlâ gözümün önündeydi.
Nâzım’dan kırık bir Türkçeyle okuduğu dizeleri hatırladım.
Gözlerim yaşardı.
Yapabileceğim tek şey vardı.
Paramın ancak yettiği ucuz şarapla dolu kadehimi kaldırdım ve “Onun şerefine” dedim.
Hayatımda ilk defa gözyaşım, kadehime damladı.
Türkiye şimdi Kürt sorununu çözmeye çalışıyor.
Bazı yerlerde, bazı güya liberal arkadaşlarımın kaleminden yazılanları okuyorum.
Kürt sorununu Türkiye’nin en büyük demokratikleşme hamlesi olarak sunuyorlar.
Sanki bunu yapacak hükümet, Türkiye’nin demokrasi sorununu kökten çözecekmiş gibi bir hava yaratıyorlar.
* * *
Hayır arkadaşlar.
Kürt sorununun çözümü, bir demokratikleşme meselesi değildir.
Daha önce bir insanlık meselesidir.
O mesele de ancak, gerçek demokrat, hoşgörülü insanlar, partiler ve liderler tarafından çözülebilir.
Etnik meseleleri bıçakla keser gibi çözmüş çok sayıda totaliter rejim de vardır.
Çünkü onlar için, bir hakkı geri almak, vermekten daha kolaydır.
Halepçe’ye atılan zehirli gazdan geriye kalan fotoğrafları unutmadık.
Kürt sorununun kalıcı çözüme ulaşması için bütün Türk halkının çözümü olmalıdır.
Yani kimsenin yenmediği, kimsenin yenilmediği bir çözüm.
Bunu da ancak hoşgörülü, çoğulcu, demokrasiye hayatın her alanında inanmış, kolektif bir akıl ve duygu başarabilir.
Paylaş