Paylaş
Dün uzak bir yolun yolculuğunda düşünüyordum.
Hayatımı en çok etkileyen 5 film sahnesi hangisidir...
* * *
-Birinci sahne... Galiba değil, kesinlikle birincisi Visconti’nin “Venedik’te Ölüm” filminin son sahnesi...
Son sahnede Dirk Bogarde’ın oynadığı Prof. Aschenbach sahilde bir şezlongda oturmakta ve karşısındaki genç bedenin batan güneşteki silüetini seyretmektedir.
Ölüm işte o an gelir...
Bu sahneyi 1970’li yıllarda seyrettiğimde çok genç bir erkektim.
Yaşım büyüdükçe bu sahne bana daha da dokunuyor.
* * *
-İkinci sahne Ridley Scott’ın harikulade filmi Blade Runner’ın son sahnesiydi.
Dekadansa esir düşmüş bir şehrin, yüksek bir binasının damında geçiyordu.
Ölmekte olan bir klon, kendisinin peşine düşen bir klon avcısıyla konuşuyordu.
Müthiş bir hayat felsefesiydi...
Ölüme, yaşamaya ve ölüm korkusuna ait...
Yaşım büyüdükçe bu sahne bana daha da dokunuyor.
* * *
-Üçüncü sahne, Paul Newman’la Robert Redford’un oynadığı “Butch Cassidy and Sundance Kid” filminin son sahnesiydi.
Pinkerton dedektiflerinin bir evde sıkıştırdığı iki Bandidos, öldürüleceklerini bile bile evden dışarı çıkmaya karar veriyorlardı.
Yaşım büyüdükçe bu sahne bana daha da dokunuyor.
Hayatın bazen ölümüne kararlar almayı gerektirdiğini öğretiyor.
-Dördüncü sahne geçen yıl Golden Gate köprüsünden atlayarak intihar eden Tony Scott’ın “True Romance” filminin bir sahnesiydi.
Senaryosunu Tarantino’nun yazdığı filmin bir sahnesinde uzun bir diyalog vardı.
Christopher Walken’ın oynadığı Sicilyalı mafya babası, bir polisi oynayan Dennis Hopper’ı bir sandalyeye bağlayıp ondan oğlunun yerini öğrenmek istiyordu.
Müthiş bir diyalogdu...
Yaşım büyüdükçe o diyalog bana daha da dokunuyor.
Çünkü, en zor, en tehlikeli durumlarda bile karşındakini ti’ye alarak şerefli bir sonu hak etmenin mümkün olduğunu anlatıyor.
* * *
-Beşinci sahne ise hiç kuşkusuz, Tarantino’nun, “Kill Bill 2” filminin son sahnesi...
Yani bir kadının bir erkeği öldürdüğü sahne...
Yan tarafta o sahneyi özellikle anlatacağım...
* * *
Düşündüm...
Aslında beni etkileyen, derin iz bırakan 5 sahne de bir nevi Şekspiryen tiratlardı..
Yerleşik ahlaka, yerleşik nizama, yerleşik korkulara, yerleşik estetiğe meydan okuyan Şekspiryen sahneler...
Acaba neden...
Gerçeği inkâr ederek doğup, öyle yaşayan, gerçeği inkâr ederek ölmeye azmetmiş biri olduğum için mi...
Yoksa, hayatı hep bir trajedi kahramanı olarak yaşama tutkusu ve ütopyası mı...
Neticede ikisi de aynı şey değil mi...
Kalp patlatan beşli vuruş
-“KILL Bill” filminin ikinci bölümünün sonunda olağanüstü bir sahne var.
Uma Thurman’ın oynadığı Beatrix Kiddo, David Carradine’ın oynadığı Bill’le son konuşmasını yapmaktadır.
Birbirlerine âşıktırlar... Ama filmin başından itibaren erkek, kadını öldürmeye çalışmaktadır.
İkisinde de efsanevi öldürücü Hattori Hanzo kılıcı vardır.
O kılıçlarla birbirlerini öldüremezler.
Sonra Japon dövüş sanatının en öldürücü silahları devreye girer.
Avuç içleri...
* * *
Bill, ona yıllar önce, usta Pai Mei’in “kalp patlatan beş vuruş” tekniğini anlatmıştır.
Avuç içiyle göğse yapılan beş vuruş öldürücüdür.
İki büyük âşık avuç içleri ile büyük bir savaşa girerler. Sonunda Beatrix Kiddo “beş öldürücü vuruş” yapar.
* * *
Son sahnede Bill divana yığılırcasına oturmuştur. Yüzünde şaşkın bir ifade vardır.
Kadınına sorar:
-“Pai Mei sana kalp patlatan beş vuruş tekniğini mi öğretti”.
Beatrix ağlayarak cevap verir:
“Evet öğretti...”
Bill’in şaşkınlığı artık tevekküle dönüşmüştür. Aralarındaki diyalog şöyle devam eder:
-“Öğrendiğini neden bana söylemedin...”
“Bilmiyorum... Ben kötü bir kadınım...”
-“Hayır sen kötü bir kadın değilsin... Harika bir kadınsın... En sevdiğim kadınsın...”
Beatrix bir şey söylemeden sessizce ağlamaya devam eder.
Bill sorar:
“Nasıl görünüyorum...”
Beatrix son noktayı koyar: “Hazır görünüyorsun...”
Bill zorlanarak yerinden kalkar, üç adım atar ve oraya yığılır...
Kalbi patlamıştır...
* * *
Filmi her seyrettiğimde şunu hissederim.
Büyük aşklar acaba hep kalp patlatan beş vuruşla mı biter...
Önce senkron bozulur...
Ya kadın erkeği, ya erkek kadını öldürmeye çalışır. Çoğunlukla erkek başaramaz...
Sonra tek tek vuruşlar gelmeye başlar. Önce küçücük bir ihmal...
Anlamazsınız...
Anlamazdan gelirsiniz.
Sonra ikincisi gelir. Her zaman kullandığınız bir kelime ona batmaya başlamıştır...
Sonra üçüncüsü, dördüncüsü...
Sonra bir gece, ışıkların karartıldığı bir gece, belki de gündüz..
Son darbe gelir.
Beş Pai Mei vuruşu almışsınızdır... En öldürücüsüdür.
Aşk gözünüzü kör etmiştir... Hâlâ bittiğine inanmıyorsunuzdur.... Hâlâ anlamamışsınızdır.
* * *
Kalkarsınız... Üç adım atarsınız...
Oraya yığılırsınız...
Biri ötekini öldürmeyi başarmıştır...
Ya da siz kendinizi öldürtmeyi...
* * *
Her aşkı, kalbi patlatan bir Pai Mei vuruşu bitirir...
Yıllarca sizi okşayan avuçlar keskin bir bıçağa dönüşmüştür.
Bir kadının en sevdiği beyaz silaha...
Ölüm oradan gelir...
Önce şaşırırsınız...
Sonra şaşkınlık, tevekküle döner...
* * *
NOT: Yarın size çok ilginç bir aldatma
hikâyesi anlatacağım. Sonra “Aşkın yüzyılı bitti mi” tartışmasına gireceğim.
Sonra da uzak bir yolculuğa çıkacağım...
Beş vuruş sanatının öğretilmediği dağlara gideceğim.
Paylaş