Elli yıllık bir soru

BOB Dylan’ın “Like a Rolling Stone” şarkısını dinlediğimde 18 yaşımdaydım.

Haberin Devamı

1965 yılıydı, Sartre, Camus, Gide’ı okumaya başlamıştım.

Saçlarımı uzatmıştım ve hayatımın sonuna kadar yakamı bırakmayacak olan her tür isyan duygusu yavaş yavaş şekilleniyordu.

“Yuvarlanan bir taş gibi” diyen bu şarkı allak bullak etmişti genç dimağımızı.

***

Bu yıl, o şarkının 50’nci yılı...

Geriye bakıyorum ve daha iyi anlıyorum ki, hayatım boyunca bende en çok iz bırakan şarkı bu olmuş...

Bir de o şarkıda geçen bir cümle:

“How does it feel...”

Nasıl bir duygudur bu...

Veya, “Nasıl hissediyorsun...”

***

Dylan, “Like a Rolling Stone”u 1965 yılında, Londra turnesinden dönüşte yazdı.

Çok genç yaşta, hayatının en dibine düştüğü bir yıldı.

Yazdığı şey, bir şarkı değil, kimine göre 10, kimine göre 20 sayfalık bir boşalmaydı.

Sayfalarca süren satırları “kusma” olarak nitelemişti.

Dipteydi.

Haberin Devamı

Londra turnesinde yuhalanmış, hayatı altüst olmuştu.

“Müziği tamamen bırakmayı düşündüğüm bir yıldı” diyeceği kadar dibe itmişti hayat çok genç yaşta onu.

Gerçek bir Annus Horribilis’ti...

Bir felaket yılı yani..

İşte o felaket yılından, “How does it feel” sorusunu, 50 yıl boyunca kim bilir kaç nesle motto halinde sorduran şarkı geldi.

***

“Like a Rolling Stone” sürüngen bir haletiruhiyenin, anasız babasız büyümüş melodisidir...

Tesadüflere yazılmış, tesadüflerle bestelenmiş ve çalınmıştır. Herkesin, “Hiç bir şeye benzemiyor” dediği anda, stüdyoda tesadüfen bulunan Al Kooper adlı gencecik bir gitarist, orgun başına geçmiş ve bizi hiç terk etmeyen o girişi, ebedi bir emprovizasyonla çalmaya başlamıştır.

Şu hayatta yuvarlanıp gitmemiz, işte o intro ile başlamış ve yarım yüzyıl sürmüştür.

Emprovize bir şarkıdır.

Şartsız şurtsuz, hesapsız bir niyetle yazılmıştır.

Kendi yolunu bulmuş, gerçek bir “Like a Rolling Stone” halinin, yani ebedi bir “gibi” halinin tasviridir.

O yüzden yarım asırdır yakamızdan düşmemiştir...

***

Birçok akranım gibi ben de bir hayat boyu, bu şarkıyı testislerimize kadar sokan o ağır şeyin ne olduğunu merak etim. Her birimiz, kendi cevabımızı aradık ve o cevabı, “How does it feel” sorusunun, hayatımızın her döneminde değişen manasında bulduk.

Haberin Devamı

Haklıydık da... Çünkü her birimiz, hayatımızda en az bir kere, “How does it feel” sorusunun muhatabı olmuş, cevabını bekleyen durumlarla karşılaşmıştık.

Yaşamıştık o anları ve birinin bize o soruyu sormasını hasretle beklemiştik.

Kimse sormazsa, felaketimiz olmuştu, çünkü iki tarafında mutlaka iki insanın olması gereken bir soruydu ve ne hazin ki aklımıza hep tek başımıza kaldığımız anlarda gelmişti.

Bazen bir tarafı insansız bırakılmıştı ve yine felaketimiz olmuştu... O yüzden, kırık kanatları takıp, pilotsuz uçtuğumuz günlerin, ilk drone vasıtasıdır bu şarkı...

Elli yıllık bir soru

KEMİKSİZ BİR KÖPEK GİBİ HİSSEDENLERİN RUH HALİ

YILLAR sonra öğrendim.

O şarkının sözlerinin uzun orijinalinde, içinde “gibi” kelimesi geçen bir başka cümle daha varmış. Aynen şöyleymiş.

Haberin Devamı

“Kemiksiz bir köpek gibiyim...”

Dibe düşmüş bir insanın ümüğüne bıçak gibi çökecek başka bir cümle tahayyül edebiliyor musunuz...

Bu cümleyi her okuyuşumda hançerem bir makineli tüfek haline geliyor ve bir soru tarakası başlıyor...

Bazen kendimin, bazen bir ötekinin yakasına yapışıp deli gibi haykırıyorum.

Arkadaş, sen hiç kemiksiz bir tarassut köpeğine dönüştün de bir hayalet yakana yapışıp, “Tehlikenin farkında mısın” diye saydırdı mı sana...

O karanlık soru, tek başına kaldığın bir gün yıldızsız bir gökyüzü gibi kapandı mı üzerine...

Hayalet banyan ağaçlarının kökleri arasında, Makas Elli Edward gibi hüzünlü gözlerle o yıldızsız gökyüzüne bakıp, bıçak haline gelmiş parmaklarınla kendi bedenini hacamat ettin mi hiç..

Haberin Devamı

Makas ellerinle kapanmış bir yarayı tekrar açarım, açılmamış bir yarayı kanatırım diye ürktün mü kendi kendinden ve ellerinden...

O kurumuş hüzün, günlerine sirayet etti, gecelerini de kuruttu mu...

***

Tam 50 yıl geçmiş...

Bir parmak şıkırtısı kadar hızla geçen hayatın içine ne mutluluklar, ne keyifler, ne zirveye çıkmalar, ne dibe inmeler sığdırmışım...

Nelere dayanmışım, nelere katlanmışım...

Neticede hepsi geçmiş, ama her defasında aynı soruyu önüne bırakmış:

“How does it feel...”

***

Cuma günü Washington’a uçarken bu soruyu yine sordum kendi kendime...

İçimden şu cevap geldi.

“Fine...”

Aslında tam da öyle değil, “İyi” ile “Eh işte” arasında, iyiye daha yakın bir yerdeyim... Ne çılgın yıllarımdaki gibi genç, ne gençlik yıllarımdaki kadar çılgın...

Haberin Devamı

Ne olmak istediğim gibi kararlı, ne de olmamak istediğim kadar kararsız...

Ne her şeyi kaybetme korkusuna kapılacak gibi mutsuz, ne her şeyi bulacak kadar umutlu ve mutlu... Sessiz, sakin, öfkelerini yenmiş, ne ona, ne buna, hatta kendi dahil kimseye kızmayan, bulaşmayan, artık beklemeyen, atıl bir haletiruhiye bu..

***

Artık kimseyle yarışmıyorum... Meydan okuma yarışından kendi isteğimle çekildim...

Hüzünlü, biraz yenilmiş bir huzur bu...

“Hiç olmazsa kendimi yaralı hissetmiyorum” diyorum, avunuyorum.

Ve 68 yaşımdan geriye baktığım zaman, Woody Allen’la aynı harika cümleyi aynı keyifle haykırıyorum:

“Arkadaş... Whatever works...”

Her şey, bir şekilde yoluna giriyor yani...

Yazarın Tüm Yazıları