Paylaş
O uğursuz mektubu 1979 yılının ilkbaharında aldık. Beytepe Kampusu, yakıtsız, soğuk bir kıştan henüz çıkıyordu.
Sokaklarda her gün 15-20 kişi öldürülüyordu.
Ama biz yine de o uğursuz, o melun mektubun ne anlama geldiğini bilmiyorduk.
* * *
Size önce o mektubu anlatmalıyım:
Mektup 10 kişiye gönderilmişti.Beyaz bir zarfın içinde gelmişti.
Alelade bir zarf.
O eski, klasik, dikdörtgen değil de kareye yakın zarflardan.
Üzerinde sadece bizim adımız ve adresimiz vardı.
Sol üst köşedeki göndericiye ait bölgede tek kelime yoktu.
Ne de arkasındaki o tanıdık üçgen bölgede... ‘‘Faili meçhul’’ bir mektup yani...
İçinden çıkan alelade káğıdın tepesine bir tabut resmi çizilmişti.
Bütün dünyada herkesin ilk bakışta anlayabileceği kadar basit ve evrensel bir işaret.
Bir noktadan başlayıp üçgen şeklinde hafif aşağı indikten sonra, dikdörtgen bir sandık halinde aşağı inen basit bir resim. Bir sanduka...
Hemen altında büyük harflerle yazılmış kısa bir cümle:
‘‘BEYTEPE'DEN TABUTLAR ÇIKACAK.’’
Onun altında şimdi tam hatırlayamadığım iki-üç cümle.
Yakında birilerinin öldürüleceğini anlatan iki-üç alelade tehdit cümlesi.
Ve onun altında 1'den 10'a kadar uzunca bir liste. Alt alta yazılmış 10 isim.
Bu listenin 1, 2, 5 ve 9'uncu sıradaki isimlerini hálá çok iyi hatırlıyorum.
1 numarada Dr. Ercan Eyüboğlu vardı.
Fransa'da öğrencilik yıllarında aynı öğrenci derneğinde birlikte çalıştığım arkadaşım. Öğrenci Birliği Başkanı'ydı.
Türkiye'ye döndükten sonraz Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanlığı yaptı.
Karadeniz'in yoksul bir köyünde doğmuş, çok küçük yaşta babasını kaybetmiş, devlet bursuyla Fransa'da doktora yapmış başarılı bir öğretim üyesiydi.
* * *
2 numarada Doç. Emre Kongar vardı.
Bütün öğretim üyeliği yıllarımızda bize yardım eden, akademik kıskançlığın ‘‘A’’sını bilmeyen parlak bir bilim adamı.
O günlerde CHP'nin önde gelen danışmanlarından biri. Listenin kamuoyunda en tanınan siması.
5 numaranın hizasında benim adım yazılıydı.
Akademik kariyerimin henüz başındaydım. Solcu bir öğretim üyesi olarak tanınıyordum.
Ve listenin 9 numaralı siması...9 numaranın karşısında şu isim vardı:
Doç. Bedrettin Cömert.
* * *
Bedrettin'i bizden ayıran en çarpıcı özelliği neydi?
Çok yakışıklı bir genç adamdı. Dünya güzeli bir insan.
Yüzünde her zaman sakin bir ifade vardı. Tıpkı Ahmet Taner'in yüzü gibi.
Nedense onu hep rahat, sade ama modern kıyafetler içinde hatırlıyorum.
Çok başarılı bir sanat estetikçisiydi. Croce'nin çok önemli bir kitabını çevirmişti.
Kitap o günlerde yayınlanmıştı. O da CHP'ye yakın bir sosyal demokrat olarak tanınıyordu.
Ama içimizde siyasete en uzak olanımızdı. Onun eşi de yabancıydı.
Tıpkı Ahmet Taner'in ilk eşi Nilgün gibi. İşte listeden bu isimleri hatırlıyorum.
Hayatımda aldığım ilk tehdit mektubuydu. Tabut resmi tuhaf bir ürperti yaratmıştı. Korkmuştum.
Ama o manasız atasözü nedense korkumuzu hafifletmişti:
‘‘Isıracak köpek havlamaz’’ veya ‘‘Öldürecek adam uyarmaz’’.
Ama çok geçmeden, bunun sadece bir avuntu olduğunu anlayacaktık.
Hem de içimizde ‘‘Onu niye öldürsünler ki’’ diye düşündüğümüz arkadaşımızın öldürülmesiyle.
* * *
O uğursuz mektupları almamızdan kısa bir süre sonra Bedrettin, Köroğlu Caddesi'nde öldürüldü.
Küçük Volkswagen arabasının koltuğuna yaslanmış yüzü hiç bozulmamıştı.
Hálá içimizde en yakışıklımızdı. Hálá o dünya güzeli insandı.
O ölüm bizi çok sarstı. Çok ağladık.
Hem ona, hem kendimize ağladık... 9 numara gitmişti.
Listenin üst sıralarındakiler, bizler ise h'alá hayattaydık.
Kötü günlerdi. ‘‘Acaba kurtulan Bedrettin miydi?’’ diye düşündüğümüz bile oldu.
Emre Kongar'la Gölbaşı'ndan dönerken yolumuz kesildi. Zor kurtulduk.
Sedat Simavi'nin mezarı başında bomba patladı.
Mezarlığa çıkan yokuş yolda arabamız kaydığı ve iki dakika geciktiği için hayatımız kurtuldu.
Ankara'da odamızın dibinde bomba patladı. Biz şu ana kadar şanslıydık.
Bedrettin ve Ahmet Taner ise şanssızdı.
* * *
O uğursuz mektuptan beri köprülerin altındaki sular durmadan aktı.
O sular kırmızı bir mürekkep haline dönüşüp kendi kendine hüzünlü bir hayat bilançosunu yazdı. Netice...
Netice'de aynı listeyi paylaştığınız 9 No'lu arkadaşınızı Köroğlu Caddesi'nde bırakmışsınız.
Paris'te Rue Sommerand'da uzun otel odalarını paylaştığınız arkadaşınızı bir bomba parçalamış.
Aynı gazetenin aynı koltuğunu paylaştığınız bir ağabeyinizi evinin önünde vurmuşlar.
Sonuçta bu uç hayatın muhasebesi nedir?
Onlar mı kurtulmuşlardı, yoksa siz mi yaşamaktasınız?
Paylaş