ŞİMDİ nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Dün Doğan Hızlan'la araştırdık, bulamadık. Ya bir kitapta, ya da bir gazetede kendisiyle yapılan mülakatta anlatıyordu.
Mealen şöyleydi:
‘‘1974 yılında Paris'te Enis Batur'un evine gitmiştim. Orada genç bir adam vardı. Adı Ertuğrul Özkök'müş.’’
Ece Ayhan'ın kayıt defterine, işte böyle geçmiştim.
* * *
Enis'le Figen, Eski Paris denilen Maree semtinde oturuyordu.
Maree o zamanlar döküntü bir semtti.
Sokağı da çok iyi hatırlıyorum.
47, Rue Aumaire...
Köhne bir kapıdan girilen apartmanın ikinci katında küçük bir stüdyoydu.
Ama Figen, orayı çok zevkli bir aydın evi haline getirmişti.
Ece Ayhan'la ilk defa işte o evde karşılaşmıştık.
İsviçre'de önemli bir beyin ameliyatı geçirmişti.
Ameliyatın masraflarını da dönemin Başbakanı Bülent Ecevit karşılatmıştı.
Tanıdığım Ecevit işte bu duyarlıkların insanıydı.
Aynı yıllarda Kıbrıs'a müdahale kararını alacak kadar gerçekçi ve cesur, Ece Ayhan'ın ameliyatını düşünecek kadar duyarlı ve şair...
Bugün içinde bulunduğu öfkenin ölçüsünü tahmin edebiliyorum.
Ama ben bu öfke kasırgası içinde bile Ecevit'ten, Ece Ayhan'ın ölümüyle ilgili bir açıklama bekliyordum. Nitekim geldi.
İşte gerçek Ecevit budur.
O gün bir gözü kapanmış gibiydi.
Doğrusu ben Ece Ayhan'ın şiirini bilmiyordum.
O akşam tanıdım.
Ve 1970'lerin en karanlık terör günlerinde bile, o şiir beni emzirdi.
Ece Ayhan o günlerimizin şairi oldu.
Küçük Ankara cemaatimizin bütün üyelerinin ruhlarına şuradan veya buradan girdi.
Hepimizin içindeki kavram akrobatlığını ortaya çıkaran provokatör oydu.
Neredeyse 20 yıl boyunca, ‘‘Mor Külhani’’den, ‘‘Meçhul Öğrenci Anıtı’’ndan, ‘‘Kendi Kendinin Terzizi Kambur’’dan fırlayan kavramlar, saklamaktan hiç de çekinmediğimiz en meşru intihallerimiz olmuştur.
* * *
Onun mukallidi olmaya hiç utanmamıştık.
Dilimiz, zihnimiz, kalbimiz, ruhumuz, içten ve dıştan, yıllar boyu onun diliyle konuşmuştur.
‘‘EceAyhanca’’ akranımız kadınlarla anlaşabildiğimiz tek anadilimizdi.
Samimi olalım, hepimiz o şiirin çok hayrını görmüşüzdür.
O şiir, maymuncuk gibi çok kapılar açmış, çok ecnebiyi hemşerimiz kılmış, çok duyguyu koynumuza sokmuştur.
Her birimizin hayatında en azından 8-10 ‘‘Mor Külhani vukuatı’’ vardır.
* * *
Müstear isimlerle volta attığımız ıssız ülkelerde, ‘‘Maveraünnehir’’ kelimesi, gizli parolamız olarak bizi, bazen kendimizle, bazen de birbirimizle buluşturmuştur.
Biz, kırmızı renk yerine, ‘‘mor kelimesine’’ ifrit olan bir boğalar neslinin üyeleriyiz.
Mor kelimesini görünce bir merkezden emir almış gibi koşmaya başlarız.
Sayımız kaçtır, nüfusumuz nedir hiç bilmeyiz.
Ama milyonluk kalabalıklar arasında birbirimizi tanırız.
Çünkü o mor renk, hepimizin tenine nüfuz etmiştir.
Gece yarısı parlayan fosfor gibi, her bakışta görürüz.
O yüzden Ece Ayhan adı hiç aklımızdan çıkmamıştır.
Sağlığında hep uzun ömürler diledik, arkasından hayırla anarız.
* * *
1970'lerin sonu, bu neslin sonbaharıydı. Berlin duvarından önce kendi duvarımızı yıkmaya karar vermiştik.
Bizi, gençlik dönemimizin ideolojik takıntılarına bağlayan hayat kordonunu kendi ellerimizle kesmeye hazırlanıyorduk.
Zor bir ameliyattı.
O kordonu keserken, hep bir ağızdan, Ece Ayhan'ın şiirini okuyorduk.