MAHİR Çayan'ın cebinde taşıdığı o imzalı fotoğraf benim için sürpriz oldu.Murat Karayalçın'ın geçen pazartesi günü Hürriyet'te anlattığı arkadaşı Mahir Çayan'ın o tarafını hiç bilmiyordum.
Mülkiye kantininde gördüğüm, daha sonra eylemlerde izlediğim Çayan, bana insani taraflarını bilerek köreltmiş, soğuk bir ihtilalci gibi görünürdü.
Onu kime benzetsem diye düşündüğümde, Doktor Jivago filminin, donuk bakışlı Strelnikov'undan başka kimse aklıma gelmezdi.
Meğer o delikanlı cebinde Sylvie Vartan'ın imzalı bir fotoğrafını taşırmış.
Ona hayranmış.
Aynı yıllarda benim odamın duvarında Jimi Hendrix'in ve bir başka Fransız kadın şarkıcı Françoise Hardy'nin fotoğrafı vardı.
Yan tarafta ise Karl Marx'ın posteri asılıydı.
* * *
Sylvie Vartan bizim ilk masum ‘‘sarışın güzel kadınımızdı’’.
Onu çok güzel bir şarkıyla tanıdık.
Ana nakaratını hálá hatırlıyorum:
‘‘Ce soir je serai la plus belle pour aller danser...’’
Yani, ‘‘Bu gece dansın en güzel kızı ben olacağım’’.
‘‘Gençliğin İlahları’’ adlı bir filmde seyretmiştik.
Seyrettiğimiz ilk müzik klipleri bunlardı. Antoine'ı da o filmle tanımıştık.
Büyük yakalı çiçekli gömlekleri ondan görüp sevmiştik.
Hayatımda onca önemli olayı, onca simayı unutmuşken, bir şarkının nakaratlarını nasıl böyle hatırlarım diye hep şaşırıyorum.
Kim seçer bu hatırlanacak şeyleri.
Biz mi, yoksa içimizdeki öteki çocuk mu?
Hani cebinde Sylvie Vartan'ın imzalı fotoğrafını taşıyan o çocuk...
Cebinde silah taşıyan öteki çocuğa nazire yapan o gizli çocuk kimdir?
Hep merak ederim ama cevabını bulamam.
* * *
Merak ettiğim bir başka şey de şudur:
Mahir Çayan içindeki o öteki çocuğu nasıl olup da bu kadar gizli tutabilmiştir?
Acaba birisi onu biraz tahrik etseydi, geceleri bizimle birlikte diskolara kaçar mıydı?
Acaba bunu yapsaydı daha mı mutlu olurdu?
Belki bugün hálá yaşıyor olacak, belki de dünyayı değiştirme idealini daha fazla hayata geçirme imkánını elde edecekti.
Bir cebinde silah, ötekinde Sylvie Vartan fotoğrafı.
Aynı gövdenin içinde iki çocuk yarışıyor.
Biri kaybediyor.
Cebinde Sylvie Vartan'ın fotoğrafını taşıyan çocuk kaybediyor.
Silah taşıyan kazanıyor.
Sonunda o silahlı çocuk Kızıldere'de kaybolup gidiyor.
Üstelik son anında kendi kendine, ‘‘Şimdi kazanan kim? Ben mi öteki mi’’ sorusunu bile soramadan.
Bir cebinde silah, ötekinde sarışın güzel kızın fotoğrafı.
Biri ölüme davet ediyor, öteki hayata.
Sanki Freud'un yaşamış ispatı.
Ölümün galip geldiği bir ikizler dramı.
* * *
Türkiye İşçi Partisi'nin eski Genel Başkanı Behice Boran'ı yakından tanıyan bir kadın arkadaşım anlatmıştı.
Bir gün ikisi bir odaya kapanmışlar ve kendilerine makyaj yapmışlar.
Aynada kendilerini seyretmişler.
Kendilerini beğenmişler.
Sonra makyajlarını silip odadan çıkmışlar.
Yani içlerindeki öteki çocuk yine bodrumlarda tek başına bırakılmış.
Geçen hafta beni en çok etkileyen röportaj buydu.
Acaba Mahir Çayan bugün yaşasaydı nasıl bir insan olurdu?
Cebindeki fotoğrafları herkese gösterir miydi?
Yüreğinin git dediği başka istikametlere de gider miydi?
İçindeki öteki çocuğa daha fazla ihtimam gösterir miydi?
Mahir Çayan'ın cebindeki o fotoğrafa bakıyorum ve düşünüyorum.
Acaba başka kimlerin cebinde hangi gizli fotoğraflar vardı da biz bilmiyorduk?
Demek ki bu ülkedeki insanların içindeki öteki çocukları serbest bırakabilseymişiz ne müthiş bir öteki çocuklar korosu ortaya çıkacakmış.
Hassasiyeti anlıyorum ve tekrar ediyorum
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Başkanı Güldal Mumcu, dünkü yazımla ilgili bir açıklama yaptı. Açıklamasında benim ‘‘İpekçi ve Mumcu'nun gazetecilik anlayışlarını sorgulamaya’’ kalktığımı söyleyerek eleştiriyor.
Hassasiyetini anlıyorum.
Ancak yazımı dikkatli okuyan bir insanın, İpekçi ve Mumcu'nun kişiliğine duyduğum saygının ve verdiğim önemin ne kadar büyük olduğunu anlamış olması gerekir.
Ben İpekçi ve Mumcu'nun yanında yeni gazetecilik rol modelleri ortaya çıkarmamız gerektiğini savunuyorum.
Bir de eskiden beri yaptığım şekilde üslup meselesini tartışıyorum.
‘‘Liboş’’, ‘‘Yalaka’’, ‘‘Dönek’’ gibi karalayıcı kavramlarla yazı yazma döneminin kapanması gerektiğini söylüyorum.
Bunda ne gibi bir saygısızlık olduğunu söyleyebilir misiniz?
Bu yeni gazetecilik anlayışını kanunlar bize empoze etmeden, kendimizin benimsemesi gerektiğini vurguluyorum.
Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu'nun gazetecilik özelliklerini de yeterince ve samimiyetle övdüğümü sanıyorum.
Ama bu kadarlık bir tartışmayı bile hoşgörü ile karşılayamıyorsak, genç kuşaklara demokrasiyi nasıl anlatacağız?