Paylaş
Babamın dayısı çok ağır hastaydı.
Öğretim üyesiydim, babam ve babaannemle birlikte dayımı son bir defa görebilmek için evine ziyarete gitmiştik...
Dayım yataktaydı...
Yatağın başına karşılıklı iki sandalyede babamla babaannem oturmuştu.
Babam matbaacıydı, dayım ise matbaalara mukavva (karton) satıyordu...
Ölüm döşeğindeki dayım babama mukavva fiyatlarının ne olduğunu sormuştu...
Babam, fiyatların durmadan yükseldiğini söylemişti...
Sonra babaannem, ölüm döşeğindeki abisine, onun için güzel bir mezar yeri bulduğunu söyledi.
“Başucunda bir çam ağacı var” dedi...
Üstelik hemen yan taraftaki mezarda, tanıdığımız insanlardan biri yatıyormuş, onu anlattı.
Babam bu ismi duyunca itiraz etti, “Ben dayımı o adamın yanına gömdürmem” dedi.
Dayım, “Şükrü haklı, o adam bize karaborsa mukavva sattı” dedi...
Hayatımda ilk defa bir ölüm döşeği sohbeti izliyordum..
Bu konuşmanın ertesi günü dayımı kaybettik...
Dayım babaannemin bulduğu mezara gömüldü. Onu toprağa verirken babam kulağıma eğildi ve “Annem haklıymış. Çam ağacı çok güzelmiş” dedi..
Daha sonra babaannemi kaybettik.
İzmir’de Alsancak Garı’nın yanındaki Devlet Demiryolları Hastanesi’nde onu son kez görmeye gittiğimde, deniz tarafındaki pencereden uzaklara bakıyordu.
Doğduğu ve kafasında hayatı boyunca terk edemediği Kırcaali’ye bakıyordu sanki...
Onu toprağa verip eve geldikten sonra, yatağının altında küçük bir bavul bulmuştuk.
İçinde katlanmış bembeyaz bir kumaş ve küçük bir toprak testi vardı...
Hacı babaannem, öldükten sonra sarılacağı kefenini ve yıkanırken kullanılacak testisini hazırlamıştı
Babamın ölümü ise çok kısa oldu...
Bir sabah erkenden uyanmış ve anneme “Hafize kalk Kuran’ı al gel, ben ölüyorum” demiş.
Annem “Şükrü sen ne diyorsun” deyince, “Hafize göğsümde bir ağrı var, bu benim bildiğim bir şey değil. Ölüyorum” cevabını vermiş.
Sonra küçük odadaki divana uzanmış, pencereyi açtırmış, elini annemin omzuna koyup “Hakkını helal et” demiş.
Annem, “Üç kere hıçkırdı ve gitti” dedi...
O sırada sabah ezanı okunuyormuş...
Ailemizin Kırcaali doğumlularının ölüme hazırlık sahneleri hep böyledir.
Beni şaşırtan bir gerçeklikle hazırlanırlar ölüme...
Geçen cumartesi günü kız kardeşim Sema’nın eşi Cemal Aksoy’u kaybettik.
Cemal, bize göre çok muhafazakâr bir aileden geliyordu.
Babası rahmetli hacı Dursun Aksoy doktordu.
İzmir’in Hatay semtindeki Murat Reis Camisi’ni yaptıran vakfın kurucusuydu.
Ama caminin hemen yanına bir kütüphane yaptırmayı da ihmal etmemişlerdi.
Hayatının son yıllarında son arzusu hacda ölmekti.
Bunun için çok kereler hacca gitti ve sonunda orada, kutsal topraklarda öldü ve oraya gömüldü.
Yaptırdığı camide gıyabında cenaze namazı kılındığında hepimiz oradaydık.
Hacı Dursun Aksoy, işte böyle bir insandı... Çok çağdaş kızlar yetişirdi.
Cemal, babamın dışında ailemizde sağ partilere oy veren tek kişiydi...
Ailenin bütün üyeleri Özal’a çok kızarken, o sıkı bir Özalcıydı...
Onun ekonomiye dayalı liberal rasyonelliği ile hep bizi sorgulardı.
Kızdırırdı da...
Daha sonraki yıllarda Özal’ı anlamaya başladığımda, Cemal’i de anlamıştım.
Bizim ailenin Türkiye’de doğanlarının hikâyesi şöyledir.
Sema, Cemal’le üniversitede tanışmıştı.
Öteki kız kardeşim Serpil ise eşi Turgut Güngör’le 1970’li yıllarda Türkiye İşçi Partisi’nde birlikte çalışırken tanıştılar.
Büyük kız kardeşim Sıdıka, Sivas’ın Zara ilçesinden gelmiş bir ailenin çocuğu olan Osman Saruhanlıoğlu’yla evlendi.
Osman’ın babası, Selanik’ten göç etmiş bir Rumeli ailesindendi. Annesi ise Zaralıydı.
En küçük kız kardeşim ise Akhisarlı bir ailenin çocuğu olan Bülent Sağlam’la evlendi.
Bülent bugünlerde Akhisar’dan CHP belediye başkan adayı olmak için çalışıyor.
Bense, annesi Selanik göçmeni, babası Urallar bölgesinden Denizli’ye göç etmiş CHP’li bir ailenin kızı olan Tansu’yla evlendim.
Pazar günü hepimiz Serpil’in evindeydik. Cenazeyi beklerken Sema’yı, acı bir hatıra ortamından uzaklaştırmak istedik.
Eski bir belediyeci olan Serpil cenaze işleriyle uğraşıyordu.
Tansu ise Urla’da “Ömre Bedel” restoranından getirttiği yemekleri düzenliyordu.
Yan tarafta annem artık hiç kalkmadığı yatağında yatıyordu.
Annem artık 91 yaşındaydı ve o da artık bize vedaya hazırlanıyordu.
Serpil’in dört köpeği ve sayısını tam olarak bilemediğimiz kedileri ise etrafta dolaşıyordu.
Ailemizin son muhafazakâr üyesi Cemal’i, hoşgörüsü, kızlarını yetiştirirkenki demokratik tutumu ile andık ve hepimiz ona teşekkür ettik.
Bir de onun, yeraltına şehirler kurmak, uzayda yerleşim yerleri açmak isteyen o güzel hayalleriyle ve hikâyeleriyle hatırladık.
Kızı Ayşegül’le hastası olduğu Christopher Nolan’ın son filmlerini konuştuk.
Büyük kızı Başak’la çevirdiği son kitaplardan bahsettik.
Başak’ın oğlu Arda ile tartışma konumuz ise Ezhel mi yoksa Tahribad-ı İsyan mı daha iyi söylüyordu...
Bir de Marvel karakterlerinin yaratıcısı Stan Lee’nin ölümünü konuştuk.
“Dayı, düşünebiliyor musun adam Cumhuriyet’ten bir yıl önce doğmuş” dedi...
Bizim ailemizin ölüme hazırlığı hep gerçekçi olmuştur...
Yas tutmamız da işte böyledir...
Ağlarız... Ama gülümseriz de...
Pazar gecesi Serpil’in evinden ayırılırken, kız kardeşlerim, çocukları, arkadaşları sohbete devam ediyordu.
Annemin başucuna gittim... Yanaklarını avuçlarımın içine aldım ve kulağına fısıldadım:
“Kırcaali’nin ve Akhisar’ın en güzel kızı... Canım annem...”
Gülümsemeye çalıştı... Ama ona bile mecali yoktu artık...
Cemal’i dün Urla İskele Camisi’den sonra, biraz ilerideki mezarlıktan uğurladık.
Ege’nin üzerine güzel bir yağmur yağıyordu...
Rahmetli babaannem olsa “Rahmet yağıyor” derdi...
Urla’daki evimize döndüğümüzde, Tansu’nun bahçedeki ağaçlara sardırdığı yılbaşı ışıkları yanmıştı.
Çınar ağaçları yapraklarını dökmeye çoktan başlamıştı.
Zeytinlerimiz bu yıl ürün vermemişti.
Oturup bu fotoğrafa baktım.
1971 yılıydı...
Sema ile Cemal’in nişan günüydü.
Tansu ile evleneli bir yıl olmuştu ve Paris’ten nişana gelmiştik.
Uzun uzun baktım... Sonra içimden gelen o sesi işittim.
Bu, aslında bütün Türkiye’nin, hepimizin hikâyesi değil mi...
Öyleyse biz nerede yanlış yaptık...
Paylaş