Paylaş
44 kilometrekare büyüklüğündedir.
Oraya kim “Türkiye’nin Maldivler’i” demişse çok iyi demiştir.
Çünkü ne zaman oralarda dolaşsam, ben de aynı şeyi düşünmüşümdür.
Salda Gölü, tersinden bir Maldivler’dir.
Maldivler, deniz ortasında bir adaysa...
O da karalar ortasında bir denizdir...
Şimdi orayı “millet parkı” yapacaklarmış...
Bence bir harf fazla, bir harf eksik... Orası “millet parkı” değil, “milli park” olmalıdır.
Üzerine şu tesisi, bu tesisi koyup millet bahçesi haline getirmek yanlıştır.
Bozar orayı...
Evet, belki...
Millet sever, gider, hem de öyle bir gider ki...
O sahil de gider...
Yani diyeceğim...
Belki “bugünün milleti” sever... Ama “yarının milleti” ne der...
İşte onu bilemem...
“780 bin kilometrekare vatan toprağında, millet bahçesi yapacak başka yer mi bulamadınız...”
Büyük ihtimalle bunu der... Der ve hayırla anmaz bizleri...
FİLMİN SONUNA O İMZAYI KOYDURMAK VAR YA
PAZAR gecesi Super Bowl’u izlerken geldi haberi. Türk Hava Yolları’nın yeni tanıtım filminin 30 saniyelik bölümü orada yayımlanmış.
Girip filmin tamamını izledim.
Sonunda öyle bir isim çıktı ki karşıma...
“Directed by Ridley Scott” yazıyordu...
1980’lerin başında hayatıma, kanıma giren “Blade Runner” filminin yönetmeni...
“Gladyatör”ün, “Alien”in, “Thelma ve Louise”in yönetmeni...
Belki de yaşayan en büyük yönetmen...
Bir kere daha helal olsun Türk Hava Yolları’na...
Türkiye’nin en vizyoner kuruluşu o...
GÜNEY YARIKÜREDE İLK TÜRK ÜZÜMÜ
DÜN ilginç bir haber geldi önüme.
Avustralya’da iki bağcı “Boğazkere” üzümünü yetiştirmiş.
Bilebildiğim kadarıyla güney yarıkürede yetişen ilk Türk üzümü bunlar.
Avustralyalı bağcılardan biri daha önce Türkiye’de danışman olarak çalışmış ve Boğazkere örneklerini götürmüş. Orada ürettikleri şarabın ismi de ilginç. “Lokum” demişler.
DÜŞÜK TL’NİN MUTSUZLUĞU TÜRK ŞARABININ MUTLULUĞU
BLOOMBERG dergisi 1 Şubat tarihli İngilizce sayısında Türk şarabı ile ilgili ilginç bir makale yayınladı. Özeti şu:
“Türk parasının düşen değeri, dünyanın Türk şarabı ile tanışmasına imkân sağlayabilir.”
Yazıda şarabın ilk defa bu topraklarda üretildiği belirtildikten sonra Türk şarabının henüz tam keşfedilmemiş iyi bir düzeye geldiği belirtiliyor. Yazıda, bazı yabancı şarap uzmanlarının görüşlerine de yer vermişler. Görülüyor ki onlar, “Türk şarabı içeceğime su içerim” diyen Vedat Milor gibi karamsar değiller. Türk şaraplarının en iyi restoranlarda satılabileceğini söyleyenler var.
Ama yazıda en geniş yer, iktidarın şarap üreticilerine çıkardığı zorluklara ayrılmış.
EN İYİ POZU HANGİ KONSEY VERİYOR
Hürriyet’in üç harika konsept sayfası var.
Biri spor, biri magazin, öteki moda alanında...
Üç veya dörder kişilik gazeteci grubu bir araya gelip bir haftayı değerlendiriyor.
Üç konsey de Türk basınında en güzel fotoğraf çektirmeyi bilen gazetecilerden oluşuyor.
Poz verme sanatı uzmanı olarak benim sıralamam şöyle:
1- Magazin Konseyi.
2- Spor Konseyi.
3- Moda Konseyi.
ANKARA GAZETECİSİNİN BİLDİĞİ İKİ TÜR POZ VAR
Magazin, moda ve spor yazarları poz vermeyi öğrendi ama Ankara gazetecileri, İstanbul’a gelseler bile poz vermeyi öğrenemiyorlar.
Bildikleri iki poz var.
Bir “B747 pozu”...
Yani Cumhurbaşkanı’nın uçağındaki kareler.
Hepsi birbirinin aynı. Oturdukları yer bile değişmiyor. A330’dan B747’ye geçtiler...
Uçak değişti poz değişmedi.
Öteki de yan yana “Seymen pozu”...
Hepsi aynı renk takım elbise. Mesela kruvaze takım giyen bile yok.
Hepsinin elleri önde, belin hafif altında kavuşturulmuş durumda.
Yani frikik bekleyen savunma barajı pozu...
SARAY KAPISINDA RAUF BEY’İ FIRÇALAYAN AYDIN HANIM
Aydın Hanım’ı ilk defa 1985 yılında gördüm ve tanıdım...
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ikinci kuruluş yıldönümüydü.
Rahmetli Rauf Denktaş, beni, hocam Mümtaz Soysal’ı ve Cengiz Çandar’ı kutlama törenine davet etmişti.
Rauf Bey resmi geçit töreninden sonra çok ateşli bir konuşma yapmıştı.
Tören bitip cumhurbaşkanlığı rezidansına gittiğimizde Aydın Hanım bizi kapıda karşılayıp, eşi Rauf Bey’i şakacıktan azarlar gibi “Ne öyle bağırırsın be, ta buradan duyuldu” demişti.
Rauf Bey de “Bağırdım tabii, Rum da öte taraftan duysun istedim” diye cevap vermişti. Çok sevmiştim Aydın Hanım’ı...
Biraz eşim Tansu’ya benzetmiştim. Onun gibi başına buyruk bir kadındı.
Öyle cumhurbaşkanı eşi olmak falan hiç umurunda değildi...
Mücadelede, direnişte eşinin yanındaydı... Zafer kazanılınca ise kendi hayatına dönmüştü...
Başkaları şöyle der, o bunu der...
Ne onun umurundaydı, ne de Rauf Bey’in...
Ve önceki gün Kuzey Kıbrıs’ta yapılan cenaze törenine baktım...
Kıbrıs halkı onu öyle kucakladı ki... Bir kere daha anladım...
Büyük kadın olmak için, ille de büyük adamın karısı olmak gerekmiyor...
Kendin gibi olunca daha büyük kadın oluyorsun...
Güle güle Aydın Hanım...
Bil ki ben bütün bu yıllar boyunca seni, bu umursamazlığını, bu halini tavrını çok sevdim...
BİR BÜYÜK KADINI DAHA KAYBETTİK
OĞLUNUN hayatına mal olan silahı insanlık için mücadele sembolü haline getiren kadındı Nazire Dedeman Çağatay...
Gerçek bir sivil toplum kahramanıydı...
Oğlunu kaybetmişti, işte öylesine umutsuz bir gününde kurduğu vakfın adını “Umut Vakfı” yapmıştı.
Hayatının son anına kadar, bireysel silahların yasaklanması için mücadele etti...
Ama vakfının tek amacı bu değildi...
TED Ankara Koleji mezunuydu ve onun bütün mezunları gibi, “hukukun üstünlüğünün egemen kılınması” idealini hep başının üstünde tutmuştu.
Hep uzaktan hayranlıkla izlediğim kadındı Nazire Hanım...
Nur içinde yatsın.
Paylaş