Paylaş
TOPKAPI Sarayı’nın tarihindeki en kritik an, Osmanlı’nın yıkılıp, yerine Cumhuriyet’in kurulduğu dönemdir. Her devrim, kendinden öncekinin izlerini silmeye, onun sembollerini yok etmeye çalışır. Bolşevik Devrimi, Çarlık Sarayı’nın talanı ile sonuçlanmıştır.
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Bolşevikler gibi barbarlıklara asla tevessül etmedi. Bu geçişin gizli bir kahramanı var. Adı Rasim Efendi. Bu bölüme onun aziz hikâyesi ile başlamak istiyorum.
Kutsal Emanet Odası’nı kurtaran anahtar
Topkapı Sarayı, Cumhuriyet’in ilanından sonra müze olarak kullanılmaya başladı. Bu geçiş sırasında, emanetlerin muhafazası, sarayın en yaşlı üyelerinden biri olan ve Hırka-i Saadet’te başmüdürlük olarak görev yapmış bir kişideydi. Adı Rasim Efendi’ydi. Padişahlık kaldırıldığı için, artık bir görevi yoktu. Ancak bu aziz insan, Cumhuriyet’in bambaşka gailelerle uğraştığı en kritik 3 yıl boyunca Kutsal Emanetler’in kutsal bekçiliğini yapmaya devam etti.
Üç yıl sonra, Cumhuriyet kurumlarını oluşturunca, kendiliğinden gidip, Topkapı Müzesi’nin Müdürü Tahsin Öz’e verdi.
Bu, bir tür Kutsal Emanet muhafızlığı devir teslim töreniydi. Cumhuriyet devriminin en kritik anında Kutsal Emanetleri; ülkesinin, eskinin, yeninin ve tabii ki inancının namusu olarak koruyan bu insanın adı şimdi Topkapı Müzesi’nin bir yerinde yazılı mıdır bilmiyorum. Ama benim gönlüme
yazıldığı kesin.
Peygamberlerin divanı kuruldu
Padişah 1’inci Ahmed, o gece uykusundan büyük bir sıkıntı ile uyanmıştı. Oysa çok güzel yatmıştı. Çünkü, o gün, hayatının en önem verdiği işlerden birini gerçekleştirmişti. Bir süre önce Kahire’de, Hazrei Muhammed’in ayak izlerinden birini buldurmuş ve bir zattan 20 bin dinara satın alarak, İstanbul’a getirmişti. Peygamber’in ayak izlerine “Kadem-i Şerif” deniyordu. 1’inci Ahmed, getirttiği Kadem-i Şerif’i, Eyüp Sultan türbesine yerleştirmiş ve ondan sonra sırf o ayak izi için bir cami inşa ettirmişti. O gün, Kadem-i Şerifi, inşası biten Sultanahmed Cami’ne nakletmiş ve huzur içinde uykuya dalmıştı. Ancak o gece gördüğü rüya, Sultanın hayatını altüst edecekti. Rüyasında, bütün peygamberlerin toplandığı bir divanı görmüştü. Hazreti Peygamber (s.a.s), kadılık makamına geçmiştir. Kadem-i Şerif’i kendi adını taşıyan camiiye naklettiği için, 1’inci Ahmed’e çok kızmıştır.
Divan’ın toplantısından sonra, Kadem-i Şerif’in Mısır’daki asli yerine iadesi kararı çıkar. İşte bu rüyanın etkisi ile uyanan padişah, Peygamber’in ayak izini, Mısır’a gönderme kararı alır.
Ama önce, o ayak izi şeklinde kıymetli taşlarla bir sorguç yaptırır ve önemli günlerde onu sarığına takar.
Kutsal Emanetler Odası’nın kapısı, Yavuz Sultan Selim döneminde bir rüya ile açılmıştı. Hikâye şimdi bir başka padişahın rüyasıyla devam ediyordu.
Kudüs’ten gelen ayak izi kopya mı
Kutsal Emanetler Odası’nda en çok ilgimi çeken kalıntılardan biri, taş üzerindeki bir ayak izi oldu. Ayak izleri, Peygamberliğin açık delilleri olarak kabul edilir. Kâbe’nin önünde, Hazreti İbrahim’e ait bir ayak izi bulunmaktadır. Kuran’ın Al-i İmran Suresinin 97’nci ayetinde o ayak izi hakkında şunlar yazılı:
“(Orada) ahacık alametler ve deliller var. Ayrıca orada İbrahim’in makamı da var.”
İnanışa göre Hazreti Muhammed (s.a.s) taş üzerinde yürürken ayaklarının izi kalırmış. Bunlardan birinin, Kudüs’te Miraç gecesinde bıraktığı iz olduğu söylenir. En kıymetli Kadem-i Şerif’in de bu olduğuna inanılır.
Şimdi, işte bu ayak izinin karşısındayım ve Hazreti Muhammed’in ayak izine, elimle dokunacak kadar yakınım. İçinde okside olduğu izlenimi veren sarı renklerin bulunduğu, siyah, graniti andıran bir kaya üzerinde kalmış.
Bir zamanlar Kâbe’nin önünde de buna benzer bir ayak izi varmış. İçinde hep gülsuyu olurmuş. Evliya Çelebi, hacıların bu gül suyunu yüzlerine sürdüklerini anlatıyor. Önümdeki ayak izi, gerçekten Hazreti Muhammed’e mi ait? “Kutsal Emanetler” kitabının yazarı Hilmi Aydın, bunun Kudüs’teki ayak izinin orijinali değil de bir kopyası olduğu izlenimi verdiğini söylüyor.
Kutsal Emanetler Dairesi’nde Peygamber’e ait 6 ayak izi bulunuyor. Tabii, inançlar için ayak izinin çok sembolik bir anlamı var. Peygamberin ayak izinden yürümeyi anlatan bir emanet bu.
KUTSAL EMANETLER ODASI’NIN SIRLARI |
TENEŞİR ÜZERİNDEKİ PADİŞAHIN GÖVDESİNDE TÜY YOKTU |
KUTSAL EMANETLER ODASI'NIN SIRLARI-1/ WEB TV
KUTSAL EMANETLER ODASI'NIN SIRLARI-2/ WEB TV
KUTSAL EMANETLER ODASI'NIN SIRLARI-3/ WEB TV
Kayıp Kâbe anahtarı 200 yıl sonra bulundu
1838 YILINDA Edirne’de eski bir konağı onarıma gelen ustalar, odaların birinde bırakılmış bir dolap buldular. Öyle dikkati çekecek bir dolap değildi. Kilidi biraz zorlanınca dolap açıldı. Ustalar dolabın içinde, bir sandık buldular. Sandığı açtıklarında, içinden anahtara benzer bir cisim ve bir mektup çıktı.
O anahtarın ve mektubun sırrını çözebilmek için 200 yıl önceye gitmek gerekecekti. 1638 yılı Osmanlı tarihine 4’üncü Murat’ın Bağdat Seferi ile geçecekti. Padişah Bağdat seferini yaparken, Mekke şerifi rüyasında Peygamber Efendimizi görüyor.
Edirne’de eski bir dolaptan çıktı
4’üncü Murat 30 yıl süren İran Savaşı’nı kazanıyor. Efendimiz ondan, Kâbe’ye yeni bir anahtar yaptırıp, var olanı salih bir insanla 4’üncü Murat’a göndermesini ve bu anahtarla katılırsa her savaştan muzaffer çıkacağını bildirmesini söylüyor. Bunu mektuba yazıyor ve anahtarla birlikte İstanbul’a doğru yola çıkıyor. Ancak yerine ulaşmıyor. Kayıp anahtar, 200 yıl sonra Edirne’de yapılan bu onarım esnasında, eski bir dolaptaki sandıktan çıkıyor. Sandığın içinden de mektup ve Kâbe’nin anahtarı çıkıyor. İstanbul’a bildiriliyor ve hemen İstanbul’a getiriliyor. Yola çıktıktan 200 yıl sonra Kâbe anahtarı ve mektup emanetlere katılıyor. Neden ulaşmadığı meçhul. Ama hem Şerif’in mektubu hem de bulanın mektubu arşivlerde mevcut.
Osmanlı sultanları neden hacca gitmezdi
Cahilce sorular sormak bazen iyidir. Umre ziyareti sırasında böyle cahilce bir soru sayesinde, Kâbe’nin ihramsız da tavaf edilebileceğini öğrenmiştim. Yazı yayınlandıktan sonra, ne kadar çok insanın bunu bilmediğini görmüş ve şaşırmıştım.
Kutsal Emanetler Dairesi ziyareti sırasında da yine böyle cahil bir soruyu sordun ve şunu öğrendim.
Meğer Osmanlı sultanları hiç hacca gitmezmiş. Nedeni de gelenek vs. değil. Uzun ve riskli olduğu için, gitmezlermiş. Onların yerine bazı valide sultanlar hacca gitmişler.
Sürprizlerden biri kutsal kâse
KUTSAL Emanetler Dairesi’nde benim için en büyük sürprizlerden biri, Hazreti Muhammed’e ait bir “kâseydi”.
Dan Brown “Da Vinci Şifresi” kitabını yazınca, bütün dünya, Hazreti İsa’nın efsanevi “Kutsal Kâsesinin” peşine düşmüştü. Hıristiyan inancına göre bu, Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmesinden önceki son yemeğinde, içinden şarap içtiği kaseydi.
Hazreti İsa, efsane ile inancın karıştığı bir kişiliği temsil ediyor. Ona ait somut eşyalar yok. O yüzden Hazreti İsa’ya ait olduğu iddia edilen nesneler, hep peşinde koşulan efsaneler olarak kaldı. Oysa önümde, elimle dokunabileceğim bir mesafede bir başka kutsal kâse, en somut haliyle duruyordu.
Hikâyesini yine Hilmi Aydın’ın kitabından özetliyorum.
Hazreti Peygamber, Medine’de bir yerden dönerken, “Beni Saide Sofrası” denilen bir yerde istirahat etmek için durmuş. Burada kendisine su verilmesini istemiş. Orada bir delikanlı, tahtadan yapılmış bir kase ile su getirmiş. Sonra bu kabı hayatı boyunca saklamış. Bu delikanlı, 96 yaşında vefat ettiğinde, “Medine’de en son vefat eden sahabi” olmuş.
O delikanlı, yıllar sonra bir kalabalık içinde Peygamber’e su ikram ettiği bu kabı gösterince, Yedinci Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz kabı istemiş.
Kadehin bundan sonraki hikâyesi uzun. Bir süre, Kalkaşendiler isimli bir ulema tarafından korunmuş. Hicri 921 yılında Şah emirlerinden Emir Sibay’ın eline geçmiş. Dokuz yüz yıl boyunca iyice yıpranan kase, o sırada muhafaza için gümüşle kaplanmış, yıpranan kısımları siyah bir madde ile doldurulmuş. Ancak Topkapı Sarayı’na nasıl geldiğine dair bir kayıta ben rastlayamadım.
Hz. Muhammed sandalet giyerdi
Hazreti Muhammed’i, Hazreti İsa’dan ayıran en önemli şey, ona ait somut kalıntılara sahip olmamızdır. Bugün Hazreti İsa’nın çarmıha gerilidği haçın bir parçası bile bulunamıyor. Oysa Kutsal Emanetler Dairesi’nde, Hazreti Muhammed’e (s.a.s) ait, dokunabildiğimiz, gördüğümüz somut eşyalar var.
Bunlardan biri de, kullandığı sandalet tipi ayakkabılar. Tabii hâlâ sapasağlam duran o sandaletlere bakınca, insanın aklına, “Acaba bunlar gerçekten Hazreti Muhammed’e mi ait” sorusu geliyor.
Hilmi Aydın, sandaletlerin, “Hicaz bölgesinin sıcak iklimine ve kumlu arazisine son derece uygun” olduğunu yazıyor. Tarihçi Murat Bardakçı ise bunların, “Daha çok Bizans dönemi sandaletlerine benzediği” görüşünde.
Hazreti Muhammed’e ait sandaletlerin tekine “Na’l”, çiftine ise “Na’leyn” deniyor. Sandaletlerin en belirgin özelliği ise, başparmakla öteki; orta parmakla yanındaki arasına geçen iki bandın bulunması. Yani bizim bildiğimiz parmak arası terliklerden farklı.
Ayak numarası kaçtı
Vitrinin arkasından, elimle, taştaki izlerle sandaletlerin boylarını ölçmeye çalıştım. Bende, sanki taştaki ayak izinin daha büyük bir ayağa ait olduğu izlenimi bıraktı. Ayak izi kumda olsa, basınca etrafa yayıldığı için genişlediği duygusunu yaratırdı. Ama taş daha katı bir nesne olduğu için, ölçüyü daha iyi vermesi gerekir diye düşündüm. Daireyi benimle birlikte gezen Sevgi Ağca’yla bir tahmin yapmaya çalıştık. Tahminimiz Hazreti Muhammed’in ayakkabı numarasının bugünkü ölçülerle 41 veya 42 olacağı şeklindeydi.
Kâbe’nin olukları da Kutsal Emanet
KÂBE, ilk zamanlar dört duvar üzerinde çatısı olmayan ve sel sularından zarar gören, makam yani yeri olarak kutsal olan bir yer. Daha sonra oraya üstündeki suların akıp zarar vermemesi için oluk yaptırılıyor. 1’inci Ahmet döneminde bir taşını altın bir taşını zebercetten yeniden yaptırmak istediği fakat İstanbul alimlerinin “Allah dileseydi onu daha kıymetli taşlardan da yapardı, olduğu gibi devam edilsin” dendiği için bu şekilde tamir ettirdiği kayıtlara geçmiş.
HACERÜ’L ESVED MAHFAZASI: Hacerü’l Esved tavafa başlama noktası olarak kabul edilen siyah bir taş. Peygamber efendimiz bunun hakkında “Atam İbrahim tavafa seninle başladığı için ben bu taştan devam ediyorum” diyor. Onun bir kutsallığının olmadığını vurguluyor ama sonradan kutsal kabul ediliyor. Emeviler döneminde, Mekke bir dönem Zeyd’in eline geçiyor. O sıkıntılar esnasında bir taş isabet ediyor ve Hacerü’l Esved parçalanıyor. Sonra gümüşle tamamlanarak bir mahfaza içine alınıyor. El ve yüz sürmekten aşınıyor. Osmanlı sultanları yenisini yaptırarak, eskisini törenle getirip Hırka-i Saadet Dairesi’nde muhafaza ediyor. Hem gümüş hem de altın mahfazalarımız var.
Hz. Muhammed Orta boylu ve iri kemikliydi
ERTUĞRUL ÖZKÖK: Peygamber efendimizin görüntüsünü çizmek, yayınlamak yasak sayılıyor. Ama anatomik yapısı ile ilgili tarifler yasak değil. Nasıl bir insandı? Boyu ne kadardı?
SEVGİ AĞCA: “Bununla ilgili özel bir alan var ve Ayasofya’da peygamber efendimizin vasıflarını anlatan bir sergi açıldı. Tanımı serbest. Peygamber efendimiz uzun boylu olmayan, orta boylu, iri kemikli, siyah gözlü, kıvırcığa yakın saçlı. Saçlarını kimi zaman kısa kimi zaman uzun bırakıyor. Devamlı bir değişiklik söz konusu. Her zaman uzundur veya kısadır diyemeyiz. Sakalı bir tutamdan fazla değil. Konuştuğu zaman insana tam olarak dönüyor. Döndüğü zaman tüm vücuduyla dönüyor. İnsanların gözlerine bakarak konuşuyor. Konuştuğu zaman karşısındakine ne bağırır gibi ne kısık sesle; orta seste ama karşısındaki etkileyecek tarzda konuşuyor. Sahabilerin ifadelerine göre onun sohbetinde bulunup onun yanından ayrılmak isteyen olmuyor. Ayrıca teninin çok güzel koktuğu söyleniyor. 17’nci yüzyıldan itibaren peygamber efendimizin vasıflarının anlatılması bir sanat kolu haline gelmiş.”
YARIN: KIZILDENİZ’İ YARAN ASANIN HİKÂYESİ
- Hazreti Musa’nın asası Kutsal Emanetler Dairesi’ne nasıl geldi. Tanrı’nın Sina Dağı’nda Hazreti Musa’ya sorduğu ilk soru neydi.
- O asa ile hangi mucizeler gerçekleşti. Cennet’teki bir ağaçtan yapıldığı ve önce Adem’e verilişinin hikâyesi. Samandağı’ndaki bir ağacın bu asa ile ilgisi ne.
- Kuran’da geçen “Ahid Sandığı’nın” sakladığı sır ne. Bu sandıkta neler var. Bu sandığı kim ne zaman bulacak.
Paylaş