"GROOTE Schuur", Cape Town’ın banliyösünde, ağaçlar arasında kaybolmuş kolonyal bir malikáne.
Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun, bütün estetik şaşaasını eksiksiz yansıtıyor.
Sadece mimarisi değil, aynı zamanda içinde yaşayanların özellikleri ve tarihi ile.
Geçen hafta cumartesi akşamı Güney Afrika’nın Cape Town şehri belediye başkanının verdiği yemekteyiz.
Burası, bir anlamda ırkçı "Apartheid" rejiminin sembolik mekánı.
Çünkü, yeryüzünün bugüne kadar tanıdığı en büyük emperyalist Cecil Rhodes bu evde yaşadı.
Güney Afrika madenlerini bulan, demiryolunu getiren, Rodezya’yı keşfedip oraya adını veren insan.
Yemekten önce, Kanadalı bir genel yayın yönetmeni ve eşiyle birlikte evi geziyoruz.
İkinci katta mütevazı bir odaya giriyoruz.
Sol tarafta küçük, tek kişilik bir yatak duruyor.
Duvarlarda birkaç tablo, fotoğraf, bazı kitaplar ve bir çalışma masası var.
Yanımıza yaklaşan 70 yaşlarında, beyaz sakallı bir görevli, "Burası Cecil Rhodes’un öldüğü oda" diyor.
Yani bir emperyalistin ecel odası...
O anlatırken duvarda çerçeveli bir tablo dikkatimi çekiyor.
Daha doğrusu, iki bayraktan oluşan bir kompozisyon.
Bir tarafı Türk bayrağı. Ortasında bir İngiliz imparatorluğu bayrağı var.
Yan tarafında ise bir gemi çıpası.
Yaşlı görevliye, "Bu neyi simgeliyor" diye soruyorum.
"Cecil Rhodes’un emperyal ruhunu" diyor.
O dönemin iki büyük imparatorluğunu. Osmanlı ve İngiliz’i.
Ya gemi çıpası?
"O da büyük bir emperyalistin ruhundaki tek bayrağı. Yani, fethedilecek kıtaları, aşılacak okyanusları simgeliyor."
Duvarda da hayran olduğu iki tarihi kişiliğin portreleri var.
Napolyon Bonapart ve Jül Sezar...
* * *
Oradan evin kütüphanesine geçiyoruz.
Duvarlar kitap dolu. Rhodes, Londra’ya gittikçe Latince ve Yunanca eserleri İngilizce’ye çevirtir, bunları tek nüsha halinde daktilo ettirip ciltletirmiş.
Rhodes bu evi 6 bin sterline almış. Kitaplara harcadığı para ise 8.500 sterlin.
Kütüphaneyi şöyle bir dolaşıyorum. Shakespeare külliyatı.
Gerisi imparatorlukların tarihi, deniz kanunları, okyanuslar, Afrika Kıtası....
Kanadalı meslektaşım, Anglosaksonlara has o direkt tarzla soruyor:
"Cecil Rhodes gay miydi?"
Muhatabımız, "Vallahi gay olup olmadığını bilmiyorum" diyor ama müstehzi bir ifadeyle devam ediyor:
"Biliyorsunuz Mr. Rhodes büyük bir emperyalistti. Afrika’nın derinliklerinde hep erkek gruplar halinde seyahat ederlerdi. Macera duyguları vardı. Hayatları erkek kulüplerinde geçiyordu."
Ya kadın arkadaşı?
"Bildiğim kadarı ile pek yoktu. Bir de hayatında şöyle bir ayrıntı var. Belki size fikir verebilir. En yakın dostu özel kalem müdürüydü. Hayatı onunla geçmişti. Sonra bu özel kalem müdürü evlenmeye karar verdi. Mr. Rhodes’un ilk işi, bu iş arkadaşını kovmak oldu."
Neden?
"Pillow talks..." diyor.
"Yani yastık sohbeti. Evli karı-kocalar yatakta çok gevezelik ederler. Özel kalem müdürü her şeyi karısına anlatabilir. O da herkese."
Sizce Rhodes tipik bir İngiliz maçosu mu?
Yoksa gay mi?
Değilse bir soru daha.
Acaba maçolukla gay’lik arasında, böyle hayret verici bir benzerlik mi var?
İkisi de kadınlar hakkında fikr-i sabitlere mi sahip?
* * *
Evi tanıyan kişi bir ara kulağıma eğilip, "Bir de banyoya bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız" diyor.
Hakikaten enteresan bir banyo. Mütevazı bir Roma hamamı.
Acayip büyük, siyah mermer bir küvet.
Yine mermerden göbek taşına benzeyen divanlar.
Çok büyük su bataryaları.
Ve aynalar...
* * *
Gece yarısına doğru evden ayrılırken, aklım yine o ecel odasına takılıyor.
Her emperyalistin ödeyeceği bir kefareti vardır.
Cecil Rhodes’unki de, herhalde bu küçücük odada, en sıradan insanınki gibi banal bir şekilde yatağında ölmekti.
Duvarlarına okyanusların, keşfedilecek kıtaların bayrağını asan bir emperyaliste böyle banal bir ölüm yakışır mı?