Paylaş
Konu Cumhurbaşkanı’nın konuşmasıydı.
“Fikriyatımız iktidarda değil” demişti ve benim bu konudaki görüşümü soruyorlardı. “Mümkün olduğunca siyasi konulara girmiyorum artık, o nedenle sorunuza cevap veremeyeceğim” dedim.
“Peki hiç olmazsa kimin fikriyatı iktidarda, o konudaki görüşünüzü söyleyin” dediler.
“Hayır o da siyasete girer” dedim...
“Peki sizin fikriyatınız iktidarda mı” diye ısrar ettiler.
“Vallahi kimin fikriyatı iktidarda hiç fikrim yok” cevabını verdim.
Sonra da “Onu bilmem ama şunu biliyorum” dedim şu cevabı verdim:
“Eğer benim fikriyatım tek başına iktidarda olsaydı bu ülkede yaşamak istemezdim.”
Tabii arkasından beklediğim soru geldi:
“Neden?”
“Çünkü çok sıkıcı bir ülke olurdu” dedim ve siyasetin tamamen dışındaki samimi düşüncemi hiç sansürsüz anlattım:
*
“Düşünsenize bir...
Ülkenin her tarafında sadece rock’n roll, caz veya arya çalıyor...
Nereye gitsen Rolling Stones, Dire Straits, Kings of Leon, The Weeknd...
Wagner, hem de Tannhauser...”
*
“Under My Tumb” “İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar”ın yerini almış.
‘Satisfaction’, neredeyse ülkenin milli marşı haline gelmiş...
Herkes birbirine bakıp ‘Tatmin olamıyorum’ diye haykırıyor...
*
“Her akşam saat 18.00’de bir kadeh viski mecburi...
İçki içmeyeni hapse atmasalar da içmeyene geri zekâlı muamelesi yapılıyor...”
*
“Televizyon kanalları David Fincher, Antonioni ve Scorsese’den başka kimsenin filmini göstermiyor...
Spotify dinlemeyene meydan dayağı çekiliyor...
‘Gusto’ kelimesinin manasını bilmeyene maskesiz gezenden daha fazla ceza kesiliyor...”
*
“Gri renk yasak...
Restoranda tandır isteyene tuhaf tuhaf bakılıyor...
Hele hele cağ kebabı isteyene kapı gösteriliyor... Bir yerde halay mı çekildi... Anında polis geliyor...
*
Burası böyle bir ülke olsaydı... Başka bir yere giderdim...”
*
Son soru şu oldu:
“Nereye giderdiniz?”
Hiçbir fikrin tek başına iktidarda olmadığı, fikirlerin, tarzların, zevklerin, renklerin birlikte yaşadığı, yan yana yaşadığı, kimsenin kimseye kapıyı göstermediği, herkesin herkesin fikrine katılmasa da saygı duyduğu bir ülkeye...
Orası neresiyse işte oraya...”
*
Evet benim apolitik fikrimin özeti şu:
Benim fikriyatımın tek başına iktidar olduğu ülke benim yaşayabileceğim bir ülke olmazdı.
HAY ALLAH... BU YAŞTA BİR KADIN GAZETECİYE ÂŞIK OLDUM
HER şey üç hafta önce başladı...
Kadının adı Franca Sozzani...
Üstelik bir meslektaşım...
İtalyan Vogue dergisinin genel yayın yönetmeni...
Ama o genel yayın yönetmeniyse, ben neydim dedirtecek bir kadın gazeteci...
Devrimci...
Moda dergilerine “kaos” ve “yaratıcılık” kelimelerini öğreten bir devrimci.
*
Dünyanın öteki moda dergileri süper modelleri en güzel halleri ile kapaklarına taşırken, o, kadınların sahne arkasında katlandıklarını kapaklarına taşıyordu...
Mesela erkek şiddetine uğramış hallerini...
Mesela estetik operasyonlardaki hallerini...
Mesela ölümlerini, mezarlıklarını...
Mesela onların bağımlılıktan kurtulmak için gittiği rehabilitasyon merkezlerindeki hüzünlerini...
Hem de Mario Testino, Peter Lindbergh, Paolo Roversi gibi fotoğrafçılarla çalışarak...
Maurizio Cattelan, Vanessa Beecroft gibi sanatçılarla işbirliği yaparak...
*
Bu kadını tanıyor, izliyordum, ama gerçek anlamda üç hafta önce tanıştım.
Şu an Türkiye’deki streaming platformlarda da gösterilen “Franca: Chaos and Creation” adlı filmde...
Filmi seyredince bir gazetecinin neler yapabileceğini de anladım.
Asıl cesaretin siyasette değil, her alanda müesses nizamı sarsabilmek olduğunu anladım.
Filmi seyrederseniz ne demek istediğimi anlarsınız.
*
Tansu’ya ayıp olacak diyecektim ama maalesef bu şahane kadını 2016 yılında kaybettik.
FRANÇESKA TANRI’YA MI İNANIRSIN YOKSA AŞKA MI
HAYATININ son yıllarında ona bu soruyu sorduklarında şu cevabı vermişti:
“İnsana inanırım... Çünkü ona inanmazsan hiçbir şeye inanamazsın...”
Filozof Bernard Henri Levy onun hakkında şunu söylemişti:
“Boticelli tablosundan çıkmış bir kadın... Veya bir Stendhal romanından...”
Arkasından kimler ağıt yakmamıştı ki...
Moda efsanesi Karl Lagerfeld, sanatçı Marina Abramovic, Moulin Rouge filminin yönetmeni Baz Luhrmann...
Hepsi de benim gibi bu devrimci gazeteciye hayrandı...
BİR MODA FİLMİ AFİŞİ BU KADAR MI GÜZEL OLUR
BU da dünyanın en ünlü kadın ayakkabısı tasarımcısı Manolo Blahnik’i anlatan bir filmin afişi...
Afişin üzerinde Marilyn Monroe’nun şu sözü de var:
“Bir kıza doğru ayakkabıyı verin, bütün dünyayı fethetsin...”
Franca Sozzani hakkındaki bir yazıyı tamamlayan şahane bir afiş...
ÇİZGİNİN GÜCÜ, GÜCÜN SINIR ÇİZGİSİNE KARŞI
BU harika illüstrasyonu dün Paris’te yaşayan bir arkadaşım gönderdi.
Portekizli çizer Vasco Gargalo çizmiş...
Bir kareye neredeyse bir dönemi sığdırmış...
Popülizm, otoriterlik,
özgürlük, pandemi, Trump, önümüzdeki seçimler...
Gücün sınır çizgilerinin çizildiği günlerde, çizginin gücü...
65 PLUS’A ZATÜRRE AŞISI İÇİN BİR NEDEN DAHA
VE yıl 1967...
Öyle bir şarkı geliyor ki...
Müzikte İngiliz devrimi devam ediyor diyor.
“Gimme Some Lovin”...
Yepyeni bir format, yepyeni bir ritim...
Ve yepyeni bir ses.
Grubun adı Spencerd Davis Group...
Şarkıyı söyleyen ve elektro klavyeyi çalan 15 yaşındaki çocuğun adı ise Steve Winwood...
Hâlâ dinliyoruz bu şarkıyı...
İşte o grubun kurucusu Spencerd Davis 81 yaşında öldü... Ölüm nedeni zatürre...
Bu hastalık bu yaşlarda geldi mi...
Acımıyor...
65 plus’a tavsiyem...
Zatürre aşısı olun...
KATKIDA BULUNANLAR
Sayfa Editörü: Firuzan Demir
Foto Editörü: Umut Veis
Düzeltmen: Metin Usta
Tasarım ve Uygulama: Selma Songül Zengin
Paylaş