Paylaş
Genel değerlendirme şöyle:
“Sarkozy’nin partisi ağır darbe aldı.”
Büyük darbe yedikten sonra aldığı oyun oranı ne?
Yüzde 39 küsur.
Yorumlara baksan, pestili çıkmış, kolunu yerden kaldıramayacak hale gelmiş.
Sonra ister istemez bir karşılaştırma yapıyorum.
AK Parti’nin son yerel seçimlerde aldığı oy neydi?
Yüzde 38 küsur.
Bakar mısınız?
Orada yüzde 39 küsur, “ağır darbe almış parti”.
Burada yüzde 38, tek başına anayasa değişikliği yapma ehliyeti veren “milli irade”.
* * *
Öyleyse taban tabana zıt yorumlara yol açan bu zihniyet farkı nereden geliyor?
Cevabı iki kelime:
“Demokrasi kültürü...”
Orada Fransa var.
“L’Etat c’est moi”, yani “Devlet Ben’im” zihniyetini 20’nci yüzyılda terk etmiş bir yönetim anlayışı.
Burada, “Benim başbakan yardımcım, benim bakanım, benim müdürüm” hatta “Benim barajım” diyecek kadar devleti kendine ait hisseden bir anlayış.
Bir de şu tesadüfe bakın. Bu sonuçları okurken, önümde Fransız “Marianne” Dergisi’nin 15 Mart tarihli sayısı duruyor:
Kapağına Sarkozy’nin kellesini koymuşlar.
Altında çok büyük harflerle yazılmış bir kelime:
“MENTEUR” yani, “YALANCI...”
Onun üstünde ise küçük harflerle Sarkozy’nin hangi konularda yalan söylediğini yazmışlar:
“İşsizlik, suç, vergi cennetleri, büyük ihaleler...” Ve daha birçok konu.
* * *
Sizce böyle bir demokraside, Vergi İdaresi, bu dergiyi yayınlayan grubun kapısına dayanır mı?
Bugüne kadar örneği yok...
Çünkü orada yüzde 38, tek başına milli irade kabul edilmiyor.
Bu oyla, devlet ve kurumları, “Benim devletim” olamıyor.
Yüzde 80’ini alsan da olamıyor.
Çünkü 21’inci yüzyıl demokrasisinde milli irade“mutlak irade” demek değildir.
* * *
Son günlerde şu soru kafamı çok kurcalıyor.
Başbakan Erdoğan, “milli irade kavramını”, istediği her şeyi yapmaya izin veren bir genel ehliyet olarak nasıl yorumlayabiliyor?
Bunu sadece onun şahsi duygularına, demokrasi kültürü eksikliğine, egosuna vererek açıklayabilir miyiz?
Başbakan’ın anlayışı, böyle bir yorumlamaya çok müsait, ama bana göre bir başka etken daha var.
Başbakan bu gücü, sadece aldığı oydan değil, aynı zamanda kendine kayıtsız şartsız, sınırsız sorumsuz destek veren bir aydın kesiminden de alıyor.
Çünkü bu kesim onu, aldığı oyu, sınırsız irade yetkisi olarak hoyratça kullanmaya teşvik ediyor.
O nedenle bugün yapılan vahim hataların, milli irade kavramını neredeyse otoriter bir baskı ehliyeti olarak yorumlamaların siyasi sorumluluğu Başbakan’a aitse, vicdani ve entelektüel sorumluluğu da, kendini bize demokrat diye yutturmaya kalkan bu müstebit aydınındır.
Bu çağın aydınının, sadece Erdoğan’a değil, hiçbir siyasi kişiye veya zümreye bu kadar kayıtsız şartsız destek vermeye hakkı olmamalıdır.
* * *
Bu işin bir de tam karşı tarafı var.
Eğer bir aydın kesimi, varoluş nedenini bile ayaklar altında çiğneyerek bir siyasetçiye kayıtsız şartsız destek veriyorsa.
O siyasetçi bu desteğe şüpheyle bakmalı, sorgulamalıdır...
Çünkü, “Kurunun yanında yaş da yansın” diyecek kadar gaddarlaşmış ve kendini inkâr eden bir aydının verdiği sınırsız desteğin ardında demokratik talebin çok ötesinde derin bir duygu yatıyor demektir.
O duygu da bu çağın uygar insanına yakışacak erdemli bir duygu olamaz.
Olsa olsa, şahsi intikamlar, kompleksler, art niyetler, hasetlikler olabilir.
Her 4 yılda bir halkın karşısına çıkıp oy isteyen siyasetçinin, böylesine belirgin bir art niyetin siyasi bedelini ödemesi mantıklı bir şey olabilir mi?
Eğer Türkiye, gerçekten demokrasiye geçecekse, gerçekten normalleşmek istiyorsa, siyasetçi-aydın ilişkisinin yarattığı bu derin şüpheyi gidermesi gerekir.
Paylaş