GEÇEN gün Nişantaşı’da bir restorandan çıkarken, yanımdaki arkadaşımın tanıdığı iki kişiye rastladık.
Baktım, birinin elinde Nevzat Çelik’in şiir kitabı. Merakla baktığımı görünce şunu söyledi: “Bugünlerde baskı altındaki ruh halimize en iyi gelen şiirler bunlar...” Konuştuğumuz kişi, eski bir solcu. Belli ki giderek yayılmakta olan baskı ortamı onu da çileden çıkarmış. Onu izleyen günlerde çevremde beş altı kişiden daha Nevzat Çelik’in şiirlerini okuduklarını işittim. Aynı günlerde İmge Yayınevi’nden iki kitabının son baskıları geldi. “Müebbet Türküsü” 20’nci baskısını yapmış.
Çelik, bu kitabı, 1987’de cezaevindeyken yazmıştı ve Poetry International ile Hasan Hüseyin Korkmazgil şiir ödüllerini aldı. Aynı yıl Amerikan Pen Club’ın onur üyeliğine seçildi. Son zamanlarda imza günleri ile ilgili çıkan haberleri okudum. Hem türbanlı kızlar, hem üniformalı askerler geliyormuş. Cezaevindeyken Ahmet Kaya ve Grup Yorum şiirlerini bestelemişti. Şiirinin yaygınlaşmasında bunun da etkisi olmuştu. Cihan Haber Ajansı’nın onunla yaptığı bir mülakatı okumuştum. Şiirini bir ara Başbakan Tayyip Erdoğan da okumuştu. Hatta şiirlerinin AK Parti tarafından 12 Eylül referandumunda kullanılması dahi gündeme gelmiş. Ama o bunlardan rahatsız olmuş. Referandumda oy kullanmamış. “Sadece 12 Eylül’le ilgili bir referandum yapılsaydı gidip oy kullanırdım. Ama referandumun içine her şey konmuş” diyor. Mülakattan çıkardığım kadarı ile referanduma karşı “mesafeli” bir tutumu var.
Oturup düşündüm. 12 Eylül’ün cezaevlerinde doğmuş, yani askeri darbenin eziyetinde yazılmış şiirler, bugün nasıl olur da başka bir “cezaevi kültürünün” de öznesi haline gelebilir? Şiir, yazanın elinden çıktıktan sonra toplumun malı oluyor. Dünya görüşümüz çok farklı olduğu halde, Sezai Karakoç şiiri benim iç dünyamın da sesiydi. Ama bir baskı ortamını anlatan şiirin, bugün hâlâ neden bu kadar yüksek bir duyguyla okunduğunu da düşünmemiz gerekmez mi?. Şiir ve mizah, baskı ortamlarında yeniden okunuyor, daha da büyüyor. Neden? Acaba cevap Nevzat Çelik’in şu dizelerinde mi saklı: “Bu gece de gelmediler anne ağustosböceklerini duyuyor musun?” Veya şu dizeler: “Düşmezse düşmesin yakamızdan ölüm Bizim de ülkemizde sabah olacak gülüm.” Veya şu dizeler mi: “Duvara demire değmekten gün boyu yorgun uzanıyorum ranzama birdenbire kokun” Belki sorunun bir cevabı da, dün polisin İthaki Yayınevi’ne yaptığı baskında yazılı... Nevzat Çelik’i onur üyesi yapan PEN Kulüp’ün dün, polisin aradığı yayınevi ile ilgili basın toplantısını izlerken yine o soru aklıma geldi. Kökü 12 Eylül’e dayanan bir duyarlılık, öteki ucuyla “bugüne” dayanmışsa, insanlar üzerlerinde benzer bir baskıyı hissediyor demektir.
Toplumun bir kesiminde bile, bu ruh hali, bu benzetme kültürü, bu duygusal iklim yayılıyorsa, hepimiz kendimize ve karşımızdakine sormalıyız. Nerede hata yapıyoruz... Çünkü yayınevine yapılan baskından sonra moda olacak üçüncü eseri tahmin edebiliyorum: “Fahrenheit 451” Basılmamış kitaplara bile el konduğuna göre, galiba yakında hepimiz birer kitabı ezberlemeye başlayacağız.