Ama bir anneye sahip olmanın ne kadar hayati bir şey olduğunu çok iyi bilirim. Çünkü hem bir evlat hem de bir kocayım ve bu konuda yazmasaydım hem hayatımdaki annelere hem de insanoğlunun hayatındaki en önemli iletişim uzmanları olan tüm annelere karşı vefasızlık yapmış olurdum…
Her şeyden önce anne olmak zor iştir. Maharet ister. Çünkü anne olmak, umut etmesini bilmek, her ne pahasına olursa olsun asla vazgeçmemek, karşılıksız sevmeyi becerebilmek demektir.
Anne olmak zor iştir. Çünkü anne olmak sorumluluktan kaçmamak, kendini düşünmekten ömür boyu vazgeçmek, sevdiklerin için çalışıp didinmek, dünyanın öbür ucunda da olsa çocuğunun sıkıntısını hissetmek, onunla ağlayıp, onunla gülmektir.
Anne olmak bambaşka bir şeydir. Baba olmaya hiç benzemez. Çünkü Anne olmak kaç yaşına gelmiş olursa olsun çocuğunun aç olup olmadığından, terli terli su içip hastalanmasından endişelenmektir.
Anne olmak vefa gerektirir. Çünkü anne olmak çocuğunu her gördüğünde coşkuyla sevinmek, uykusuz gecelere katlanmak, çocuğunu sınav kapılarında beklerken dualar etmek, her çocuğunla hayata ve okula yeniden başlamak, güçlü ve cesur olmayı hep başarmak, evinin direği ve aile bireylerinin dert ortağı olmak demektir…
Anne olmak öyle kolay bir şey değildir. Bir aileyi ayakta tutmayı başarmak, bir çocuğun ilk tanıdığı iletişim uzmanı olmak, konuştuğu dili ve hayatı öğreten kişi olmak, ailesinin tutkalı ve harcı olmayı bilmektir...
Anne olmak, ellerinin soğan ve çamaşır suyu kokmasını önemsememektir. Sevgi ile ailene yemek pişirmek, yüksünmeden eşinin ve çocuklarının kirlettiklerini temizlemek, bunu yaparken de asla gocunmamaktır.
Anne olmak çok zor şeydir. Onların hakkını ödeyemeyiz. Çünkü baba olmaya benzemez.
İletişim dünyasının yakından takip ettiği web gazetesi Medyaloji’nin iki aylık süreçte tamamlanan ve toplam 2 bin 420 kişinin yanıtladığı anketin sonuçlarına göre, iletişimcilerin sadece yüzde 10’u (240 kişi) Türk markalarının itibar yönetiminin bilincine vardığını ve itibarı etkin olarak yönettiğini, düşünüyor.
Anketten çıkan genel kanı; “İtibar yönetimi” sürekli konuşulan ama uygulamada aksatılan bir kavram.
Anketi yanıtlayanların yüzde 32’si (780 kişi), Türk markaları için itibar yönetiminin, sadece kriz zamanı hatırlanan bir kavram olduğunu düşünürken, yüzde 58’lik dilimi kapsayan en büyük bölümü ise (1400 kişi) “sürekli konuşulan ama uygulamada aksatılan bir kavram” olduğu konusunda hemfikir.
Medyaloji’nin anketinden çıkan tablo, oldukça düşündürücü. Çünkü anketten çıkan sonuç Türkiye’nin ulusal ve uluslararası arenada yarattığı köklü markaların sayısının olması gerekenden neden daha az olduğunun gerekçesini net bir biçimde bizlere sunuyor…
F1 gidiyor mu?
Formula 1’in (F1) Türkiye ayağının devam edip etmeyeceği henüz netleşmedi. F1 ile yapılan 7 sözleşme bu yıl yapılacak yarışın ardından sona eriyor. Çünkü, F1’in sahibi Formula One Administration'ın (FOA) patronu Bernie Eccleston'un, 13.5 milyon dolarlık yıllık (garanti) ödemeyi 2012 için 26 milyon dolara yükseltilmesi ve hükümetin bu talebi geri çevirmesinin ardından İstanbul Ticaret Odası (İTO) ile FOA arasındaki görüşmeler kilitlendi.
Bu konudaki son gelişmelerle ilgili geçtiğimiz günlerde bir açıklama yapan İTO Başkanı Murat Yalçıntaş, "2012'de yarışlar olmayacak gibi görünüyor. Formula 1'in İstanbul'da da yapılabilmesi için ya da herhangi bir ülkede yapılabilmesi için o ülkenin Formula 1 yönetimine ödenmesi gereken bir meblağ var. Bizim 7 yıllık sözleşmemize göre bu rakam yılda 13.5 milyon dolardı. Maliye Bakanlığımız bugüne kadar ödemeleri sözleşme kapsamında düzenli olarak yaptı ve yarışlar gerçekleşti. İstanbul'daki son Formula 1 yarışları 6-8 Mayıs 2011'de gerçekleşecek. Önümüzdeki dönem için Bernie Eccleston 26 milyon dolar istiyor. Eccleston'un bu talebine devletimiz sıcak bakmadı. Eccleston ‘Moskova'dan 26 milyon doları aldım, İstanbul için de rakam da budur' diyor. Moskova'yı 2012'ye koydu. ‘İstanbul da aynı rakamı öderse koyarız' diyor. Net olarak görülüyor ki 2012 İstanbul yarışları yapılmayacak" demişti.
Peri masalını andıran düğünü tüm dünyada yaklaşık 3 milyar kişinin izlediği ifade ediliyor. HurriyetWEBTV’de yayınlanan 4 videonun toplam izlenme oranı bile neredeyse 130 bini buldu.
YouTube'dan canlı yayınlanan düğün ise internette rekor kırmış durumda. Düğün esnasında ve hemen sonrasında düğünle ilgili saniyede Twitter'da 300, Facebook'ta ise 74 ileti gönderimi ve paylaşım yapılmış.
Düğün günü toplam 24 saat içinde Facebook'ta Kraliyet Düğünü'yle ilgili 6.8 milyon insanın yorum yapmış ve son bir hafta içinde bu sayı 9.4 milyonu aşmış.
Düğünün internet ve televizyondan izlenme oranı ile ilgili istatistiklere bakıldığında, düğün seremonisi için özel canlı yayın ağ sistemi oluşturulan video paylaşım sistemi YouTube'daki kanalı en az 400 milyon kişi ziyaret etmiş.
Öyle ki, bu rüya düğünün dünyanın her yanında internet üzerinden eşzamanlı izlenme sayısı Dünya Kupası'nın internet üzerinden izlenme rekorunu bile uzak ara geride bırakmış. Çünkü Dünya Kupası'nın canlı yayınlanan videolarını aynı anda 1.6 milyon kişi izlemişti.
Mesela HurriyetWEBTV’de yayınlanan düğüne ilişkin 4 ayrı video toplam 128 bin 330 kez “tık”lanmış. Çok ciddi bir rakam.
Yahoo'da kraliyet düğünü 40 bin kez aratılırken, bundan önceki rekor Japonya'da 11 Mart'ta meydana gelen deprem ve tsunamiye aitti. Google’da ise düğüne ilişkin 55 milyonun üzerinde listelenmiş veri var.
İngiltere'de, BBC, ITV ve Sky News televizyon kanalları arasındaki reyting yarışını ise BBC kazanmış durumda.
11 yıl önce kızım Özüm’ü yani “büyük aşkımı” ilk kucağıma alırken hissettiklerimi, hemşireler dün yeni doğan oğlum Egehan’ı ilk kez kucağıma verirlerken de yaşadım...
Meğer baba olmak, hayal etmek, kimseye belli etmeden korkmak, hatta “Ya büyüdüğünü, okuduğunu, evlendiğini göremezsem” diye de en çok ölümden korkmakmış…
Meğer o doğduktan sonra eşinle “Kereta 20 yaşına geldiğinde ablası 30’lu yaşlarında olacak, biz de senle 60’ına merdiven dayayacağız hanım” diye sohbet etmekmiş baba olmak.
Ama iddia ediyorum baba olmak en az anne olmak kadar zor.
Çünkü baba olmak, sanıldığı gibi sadece evladının doğumunu beklerken doğumhane önünde boğazı düğüm düğüm oturmak, yavrun hastalanınca elinin ayağının birbirine dolaşması, telefonda doktorunun söylediği ilacı heyecandan yanlış yazmak, evladın hastayken onunla birlikte ağlayıp, o gülünce dünyanın sahibi olmuş gibi hissetmek, onunla boğuşacağın günlerin hayalini kurmak, amcaları, dayıları kafasına girmesin babasının tuttuğu takımın taraftarı olsun diye planlar yapmak, onu maçlara götüreceğin günleri düşlemek, ileride kız ya da erkek arkadaşı onu terk ettiğinde baş başa onunla dertleştiğini hayal etmek, gerçi her ne kadar ilk olarak “baba” demeyi öğrense de kızının ya da oğlunun hep annesini gördüğünde onun kollarını atılmasını kıskanmamak olarak düşünülse de, baba olmak bunların ötesinde bir şeydir…
Kaç yaşınızda olursanız olun babanız yaşıyorsa siz hala çocuksunuzdur mesela. Ne zaman babanızı kaybedersiniz işte o zaman gerçekten büyür ve baba olursunuz. Anne olmak için bu böyle değildir.
Çünkü baba olmak aile kurduğunuzda ulu bir çınar ağacı gibi gölge yapmayı becermektir. Gölge yapmaya çalışırken de farkında olmadan taklit ettiğiniz kişi yine babanızdır...
Büyürken sorular yönelttiğiniz, azarını işittiğiniz, kabahat işlediğinizde de anneniz tarafından bile şikayet ve yargı merci olarak gösterilen, bu sebeple varlığından nedensiz yere korktuğunuz, akşam eve dönerken “acaba bana ne getirecek” diye yolunu gözlediğiniz, yarınınızdan sorumlu tuttuğunuz, her istediğinizi almak zorunda olan kişidir baba…
Seçimler yaklaştıkça sonuçlarının tahminine yönelik anketler artar. Partiler de bu anketlerin sonuçlarına göre kampanya döneminde propaganda stratejilerini revize eder ve yeni manevralar belirler. Seçim meydanlarındaki atışmalar artar ve üsluplar giderek sertleşir. Bu bir Türkiye klasiğidir.
İşte bu anketlere bir örnek: Metropol Araştırma Şirketi tarafından 31 ilde, bin 517 kişiyle yüz yüze görüşülerek gerçekleştirilmiş. Metropol’ün son araştırmasına göre; kararsızlar dağıtıldığında AK Parti’nin oyları yüzde 47-50, CHP’nin oyları yüzde 27-30, MHP’nin oyları ise yüzde 12-14 bandında ve kararsız seçmen sayısı toplam seçmenin yüzde 23.6’sını teşkil ediyor. Aynı ankete göre; kararsızların oyları dağıtılmaz ise AK Parti’nin oyları yüzde 38.4’e, CHP'nin oyları yüzde 20’ye, MHP'nin oyları yüzde 10.1’e geriliyor. Bu da karasızların gelecek seçimlerin kaderini belirleyeceğini gösteriyor.
Anketler açıklandıkça görünen o ki siyasiler daha da gerilecek ve meydanlar liderlerin öfkeli atışmalarına sahne olacak. Peki vatandaş oyunu verirken rakiplerini en çok aşağılayan lidere mi, yoksa geleceğe ilişkin vizyon sunan ve umut aşılayan lidere mi oyunu verecek? Bunun yanıtını 12 Haziran gecesi hep birlikte göreceğiz.
CHP’den gönüllere oynayan reklamlar
Sanki CHP ilk kez bu seçimlerde stratejik bir iletişim planı dahilinde hareket ediyor gibi… TV’lerde etkileyici reklam filmleri yayınlanıyor, interneti ve özellikle sosyal medyayı ciddi bir şekilde seçim faaliyetlerinde kullanıyorlar. CHP’nin TV reklamlarının ilkinde “işsizlik sigortası”na vurgu yapılırken, ikincisinde de çocukların eğitim eşitliği ve yoksullukla mücadeleye karşı “eşit fırsat” sloganıyla öne çıkan, “Çocuk Bütçesi” projesini tanıtılıyor.
CHP yeni reklam filmiyle Türkiye siyasi tarihinde ilk kez çocuk odaklı bir tanıtım çalışması ekranlara taşınmış oldu. Grey Ajans tarafından hazırlanan ve 2,5 günde çekildiği belirtilen reklam filminde “Ben de bir babayım diye” söze başlayan CHP Lideri, “… Benim için bu ülkenin bütün çocukları bir. Mutluluk hepsinin hakkı… CHP Çocuk Bütçesi’yle her çocuğun hayatta eşit fırsatı olacak, ana babalar rahat bir nefes alacak” diyor. Filmde Kemal Kılıçdaroğlu’nun eşi Selvi Kılıçdaroğlu da rol alıyor.
Henüz “Yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır” tonunda bir kampanya yürüten AK Parti ise yine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın karizması ve onun ortaya koyduğu 2023 Vizyonu üzerinden seçim çalışmasını yürütüyor.
MHP’de yine öne çıkan Genel Başkan Devlet Bahçeli ve onun didaktik üslubu…
CEO Life dergisi Türkiye'nin önde gelen CEO'ları oturmak için hangi semtleri tercih ediyor ve televizyonda ne seyrettiğini araştırmış. Son sayısında yer alan habere göre; Türkiye’deki CEO’ların oturmak için en çok Anadoluhisarı, Kandilli, Vaniköy, Kanlıca, Bebek, Zekeriyaköy ve Kemerburgaz’ı tercih ediyor ve yüzde 76.9'u da düzenli olarak televizyon izliyor.
Araştırmaya yanıt veren 136 CEO'nun yüzde 34’ünün favori dizisi son yılların en çok tartışılan TV yapımı olan ‘Muhteşem Yüzyıl'. CEO’ların en çok izlediği diziler sıralamasında ikinci sırayı 1970'lerde geçen erkek ve kadın ilişkilerini konu alan “Öyle Bir Geçer Zamanki” alıyor… 3'üncü sırada ise yüzde 7.9 oranıyla yine modern zamanların erkek-kadın ilişkilerini konu alan “Aşk ve Ceza” var.
İlk üçü sırasıyla yüzde 6.4’lük oranla yabancı diziler, yüzde 4.8 izlenme oranı ile “Ezel”, yüzde 4.3 izlenme oranı ile “Hanım’ın Çiftliği”, yüzde 1.6 izlenme oranı ile “Behsat Ç”, yüzde 1.5 izlenme oranı ile “Everybody Loves Raymond”, yüzde 1.4 izlenme oranı ile “Fatmagül'ün Suçu Ne?” ile “Gönülçelen” ve “Papatyam”, yüzde 1.2 izlenme oranı ile “Kurtlar Vadisi”, yüzde 1.1 izlenme oranı ile “Spartaküs” dizileri izliyor.
Ayrıca bizim CEO’lar sıkı birer Halit Ergenç hayranı çıktı. Kendilerine en beğendikleri dizi oyuncusu sorulan CEO’ların yüzde 27.5’i “Muhteşem Yüzyıl”da Kanuni Sultan Süleyman’ı canlandırın Halit Ergenç” yanıtı vermiş.
Ergenç’ten sonra CEO’ların en çok beğendi oyuncular sırasıyla, Özgü Namal, Kenan İmirzalıoğlu, Nurgül Yeşilçay, Hazal Kaya, Zeki Alasya, Altan Erkekli, Beren Saat, Çetin Tekindor, Haluk Bilginer, Hugh Laurie, Kerem Atabeyoğlu ve Zafer Erginmiş…
CEO Life Dergisi’nin bu araştırması belki üst gelir grubu hedef kitleyi etkilemeye çalışanlara tanıtım faaliyetleri için fikir verebilir.
Ertan Acar’ı http://www.facebook.com/ertanacar001 ya da http://www.twitter.com/ertanacar’dan takip edebilirsiniz...
Geçen yazımda iletişim faaliyetinde bulunmayı buz patenine benzetmiş, nasıl buz pateninde derece “artistik” ve “teknik” hareketlerin bileşkesinden geliyorsa, siyasal iletişimde de bunun böyle olduğunu belirtmiş ve siyasal iletişimdeki “artistik hareketlere” değinmiştim. “Teknik hareketler” ise bu yazıda kalmıştı. Peki nelerdir “teknik hareketler”?
1- Beden dilinin doğru kullanılması: Her insan, farkında olsun ya da olmasın günlük yaşamında beden dilini çok sık kullanır. Sosyal psikoloji alanında dünya çapında bir üne sahip bilim adamı Albert Mehrabian, bir mesajın toplam etkisinin yaklaşık yüzde 7’sinin sözel, yüzde 38’nin sesli, yüzde 55’nin de sözel olmayan öğelerden oluştuğunu söyler. Mehrabian’a göre kullandığımız kelimeler ve onları söyleyiş tarzımız diğer insanlar üzerindeki etkimizin yüzde 45’ini oluşturur. Burada da beden dili devreye girer.
Aslında karşımızdakiler için hepimiz saçımızdan ayak parmaklarımıza kadar mesajlarla doluyuzdur. İnsan diliyle çok kolay yalan söyleyebilir ama bedeniyle bunu asla başaramaz. Bu yüzden vekil adaylarının öncelikle beden dilini kullanmayı iyi öğrenmelerinde fayda var. Eğer beden dilini kullanmayı becermiyorlarsa siyasette öne çıkma şansları da yok denecek kadar azdır. Çünkü karizma denen şey oluşmaz. Adaylar seçim konuşmalarında, seçmen ziyaretlerinde vaatlerini sıralarken ya da seçmeniyle iletişim kurarken söylediklerine ilk önce kendileri inanmalıdırlar. Yoksa beden hareketleri onları ele verir. Güven telkin edemeyen adayların da seçmen üzerinde etki yaratma şansı yoktur.
2- Coğrafi çevrenin iyi tanınması: Vekil adayları temsil etmeye talip olduğu vatandaşın yaşadığı bölgeyi coğrafi olarak çok iyi tanımalıdır. Hem diğer adayları geride bırakacak projeler geliştirmek hem seçim sonrasında gelecek talepleri iyi anlamak hem de bölgeye olan hakimiyeti nedeniyile parti içinde de vazgeçilmez olmak için bu şarttır.
3- Kültür ve değerlere hakimiyet: Adaylar temsil etmeye talip olduğu vatandaşlarla ortak kültür ve değerlere sahip olmalıdır. Seçmeni ile aynı dili konuşamıyor, aynı duyguları taşıyamıyor, aynı lezzetleri paylaşamıyor, aynı şeyleri sevinip, üzülemiyorsa ilk seçimde olmasa da ikinci seçimde vatandaşın gönül listelerinde yer bulma şansı zordur. Vatandaşın gönlünde olmayan liderin gönlünde hiç olmaz ona göre…
4- Proje üretebilme: Her partinin bir seçim programı, makro ölçüde ülkeyi götürmek istediği bir vizyonu vardır. Her adayın da eğer seçilirlerse mikro ölçekte yani yerel ölçekte temsil edeceği bölgeyi nereye taşıyacağına dair bir vizyon ortaya koyması beklenir. Seçmenin önüne konan vizyon ve buna götüreceği iddia edilen projeler hem akla hem de gönüllere hitap etmelidir. Projelerdeki öncelik sırası, kısa vadede vatandaşın gereksinimleri ile örtüşmelidir. Artık seçmen hamasete ve palavraya prim vermiyor. Benden hatırlatması…
5- İletişim kanalları oluşturma: Milletin vekili olmaya soyunan her adayın vekaletini talep ettiği halkla sürekli temasta olması hayati bir zorunluluktur. Sözlü, yazılı, dijital ve yüz yüze iletişim için mümkün olduğunca çok sayıda kanal ve araç yaratılmalı, bu kanalların seçim sonrasında da açık tutulmasına özen gösterilmelidir. Çünkü vekilin en sağlıklı bilgi ve haber kaynağı ona vekalet vatandaşlardır. Vekaletini aldığı vatandaşla sürekli temasta olanlar hem seçmene hem de gönüllere yakın olur. Gözden uzak olan …
6- Dünya görüşü ve entelektüel sermayeye sahip olma:
Seçilenlerden kaçı liderinin kaçı milletinin vekili olacak yaşayarak göreceğiz.
Bizim ülkemizde milletvekilleri çeşit çeşittir. Öncelikle bunlara bir göz atalım:
İlk grupta prensler yer alır. ABD ya da Avrupa'da okumuş "yüksek lisanslı" veya doktoralılardır onlar. Alaylılar gibi politikanın cefasını çekmeden siyasete girerler, tepeden gelirler. Partinin vitrini kabul edilir, parti iktidar olursa hayati bakanlıklara da onlar otururlar.
İkinci grupta atanmış vekiller vardır. Partiye dışarıdan ithal edilen ya da partiye ekibi ile katılan siyasi figürün kişisel kadrosunu oluştururlar.
Üçüncü grup iş dünyasının desteklediği vekilleridir. Genellikle siyaset üstünde etki ve baskı unsuru olan patronların geçmişte sağ kolu olmuş kişilerdir. Onlar siyasetteki lobicilerdir…
İş bitiriciler. Onlar eşraf istiyor diye listeye girenlerdir. Seçim masrafları esnaf ve tüccarlar tarafından karşılanır. Ne de olsa kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez değil mi?
Beşinci sivil toplumcular. Bunlar STK ve sendikaların desteklediği adaylardır. Kendileri olmasa bile meclisteki odaları hiç boş kalmaz. Meclise giren ilk onların odasına konuşlanır. Odaları bir nevi meclisteki ara istasyondur.
Ülkemizin Doğu ve Güneydoğusunda "başarılı" özgeçmişler işe yaramaz. Aşiretler adres gösterir ve herkes onlara oy verir. Altıncı grupta aşiretlerin işaret ettiği vekiller yer alır. Aşiret üyeleri de millet değil mi canım?