Sürenin dolmasına az bir süre kalmışken, bilgi aldığımız ilaç üreticileri, hükümete normalde 3.97 TL olarak uygulanması gereken Euro kurunun bu yıl 3.69 TL olarak uygulanmasına razı olduklarını bildirdiklerini söyledi. Sağlık Bakanlığı’nın 2018 yılında uygulanacak kur konusunda henüz kendilerine dönmediğini belirten üreticiler, önümüzdeki 2-3 hafta içerisinde kurun belirlenmesi gerektiğini hatırlattı.
Normal olarak bakıldığında kur artışının yüzde 47.5 oranında gerçekleştiğini kaydeden bir yetkili, geçen yıl zaten normal oranda uygulanması gereken indirimin çok üstünde bir indirimle, 2.69 TL’lik Euro kuru uygulandığını hatırlattı. Bu indirimli oranın üzerine yüzde 47.5’luk kur artışı halinde bile, bu yıl 3.97 TL’lik kurun olması gerektiğini kaydeden yetkili, “Biz ağustos, eylül ve ekim aylarında yaşanan türbülansın dışarıda bırakılarak hesap yapılmasına razı olup, bu hesaplamayla bu yıl en düşük 3.69 TL’lik Euro kurunu kabul edebileceğimizi hükümete ilettik” dedi.
Bu uygulanacak kur fiyatının bir bölümünün normal kur hesabı içinde kalınarak, bir kısmının iskonto oranlarının yeniden düzenlenmesi yoluyla yapılabileceğini, tüm bu seçeneklerin de masada olabileceğinin yine hükümete belirttiklerini söyledi.
Mevzuat gereği hükümetin 19 Şubat’tan itibaren geçerli olmak üzere, önümüzdeki bir yıl için uygulanacak ilaç alım fiyatında uygulanacak Euro kurunu o tarihe göre belirlemesi gerekiyor. Sektördeki kulis bilgilerine göre hükümetin 14 Şubat günü yani uygulama tarihinden 5 gün önce yeni Euro kurunu açıklaması bekleniyor. Önümüzdeki günlerde ilgili bakanların konuyla ilgili bir toplantı yapacakları da konuşuluyor.
İlaç sektörü kritik öneme sahip olan bu kararı merakla bekliyor. Anlaşıldığı gibi sektör yetkilileri çıtayı 3.69 TL olarak belirlemiş durumdalar. Bunun altında bir kur belirlenmesinin zaten var olan sıkıntıları büyüteceği konuşuluyor.
İLAÇ SIKINTISI
İlaç sektörünün uzun zamandır hükümetin uyguladığı kurlar ve yüksek iskonto oranlarından şikayetçi olduğu biliniyor. Yabancı ilaç üreticileri, iskontolu fiyatın başka ülkeler için de baz olması nedeniyle, yeni çıkardıkları ilaçları bu kadar yüksek iskonto oranları ve düşük kur üzerinden Türkiye’ye satmaktan vazgeçmeye başladılar.
Bu nedenle özellikle yeni nesil ve kanser gibi kritik hastalıkların özel ilaçlarının Türkiye’ye gelmesinde ciddi sıkıntılar yaşandığı zaten biliniyor. Bunun yanı sıra son günlerde mevcut bazı ilaçların bulunmasında da sıkıntı yaşandığı görülüyor.
Piyasalar son dönemde ne kadar sıcak para girişinin hisse senetlerine, ne kadarının sermaye artırımı nedeniyle tek bir bankaya geldiğini tartışıyor. Arada bu girişin ne kadar süreceğini soranlar var ama genel tavır şimdilik mevcut akışın keyfini sürmek yönünde.
Sıcak para girişinin asıl nedeninin küresel gelişmelere bağlı olduğunu, hatta buradan yola çıkarak yılın tümünde girişlerin hızlı seyredeceğini ileri sürenler de var. Küresel iklim böyle devam etse bile, içeride özellikle seçim sonrasında olabilecekleri fazla tartışarak ağızlarının tadını bozmak istemeyenler çoğunlukta diyebiliriz.
Aslına bakacak olursak; piyasa oyuncuları bu konulara şimdilik kafa yormak istemeseler de, özellikle Hazine kökenli iktisatçılar tek defalık gelirler nedeniyle sürdüğü anlaşılan mali disiplin görüntüsünün kötüleşebileceğini, büyüme oranlarındaki düşüşün ne kadar derin olacağını ve bunun bütçe gelirlerini nasıl etkileyeceğini, hangi yapısal tedbirlerin alınması gerektiğini, seçimden sonra ciddi yapısal tedbirler gelmezse neler olabileceğini, büyümeyi desteklemek için mali alanın olup olmadığını, varsa ne kadar olduğunu, ekonomi için yeni bir hikaye oluşturulup oluşturulamayacağını, ekonomide yeni çıpa ihtiyacını tartışmaya başladılar.
Bu kaygıları dile getiren piyasa oyuncusu hiç yok dersek abartmış oluruz. Önümüzdeki dönem için biriken risklerin etkilerini görmeye çalışan banka iktisatçıları da var. Ancak böyle dönemlerde hep olduğu gibi, Banka Hazinecileri iktisatçılarını duymak istemiyorlar. Banka üst yönetimleri de ilk üç aylık bilanço sonuçlarını düşünerek şimdilik ileriye dönük riskleri sadece dinleyip, mevcut olumlu havadan faydalanma yolunu seçiyorlar ve keyif devam ediyor.
KALICI İYİLEŞME İÇİN
Bankaların analizlerinde Merkez Bankası’nın kararından sora toplam 2.5 milyar dolarlık sıcak para girişi olduğu, bu havanın biraz daha devam edebileceği görüşü hakim. Ancak mart ayından başlayarak üç ay boyunca, aylık ortalama 9 milyar dolarlık dış finansman ihtiyacı bulunması, kur ve faizlerde meydana gelen düşüşlerin kalıcı olmayacağı yorumlarına neden oluyor.
Hazine’nin Merkez Bankası karından aldığı paranın büyük bölümünü harcadığı, daha müteahhitlik alacaklarının ödeneceğini, seçimlere kadar yeni harcama kalemlerinin gelme ihtimalini göz önüne aldığınızda, bazı analistlerin “olumlu havanın geriye dönmesinin seçimleri bile beklemeyebileceği” tezine katılabilirsiniz.
Hazine’nin Merkez Bankası parasını alıp iç borçlanmayı seçimlere kadar daraltarak bono faizlerini düşürme niyetinin, seçim sonrasında yeniden faizleri artırma ihtimali, bence bonoya yabancı girişini engelleyen bir unsur. Şu anda ağırlıklı girişin hisse senedine olduğunu, mart ayındaki büyüme rakamlarının açıklanmasıyla bu konuda da sıkıntı olabileceğini, yine gözardı etmemek gerekiyor.
İçerideki güven sorununun dalgalı piyasa seyrine yol açtığını, ileriye dönük iş kesiminin önünü görebilmesini zorlaştırdığını zaten biliyoruz. Türkiye istatistik Kurumu ve Merkez Bankası’nın hazırladığı tüketici eğilim anketinin dün açıklanan ocak ayı sonuçları da bunu teyit ediyordu. Tüketici güven endeksi ocak ayında 2018 Aralık ayına kıyasla yüzde 0.9 oranında azalarak yüzde 58.2’ye indi. Gelecek 12 aya ilişkin hanenin maddi durum beklentisi ve genel ekonomik durum beklentisinin küçük oranlarda yükseldiği, işsiz sayısı beklentisinin de yüzde 0.1 oranında azaldığı görüldü. Seçim öncesi enflasyon nedeniyle yüksek oranlı memur işçi maaş artışlarının böyle bir etki yarattığı söylenilebilir ama tasarruf etme ihtimalinin aynı ayda yüzde 19.2 oranında azalarak 18.83’e inmesi çarpıcı bir veri.
Seçim öncesi iç talebi artırıcı kararların içerideki güven açısından geçici olacağı açık. Kalıcı güven sağlayabilmek için ise daha radikal adımlara ihtiyaç olduğunu herkes biliyor. Güven oluşturacak köklü tedbirlerin gelip gelmeyeceğini ise belli ki seçim sonrasında görebileceğiz.
Türkiye’nin güven sorununu aşabilmesi için zaten zorlu bir döneme ihtiyacı varken, bir ara 2019 küresel ikliminin bize yardımcı olacağının söylenmeye başlaması cesaret vericiydi. Ancak şimdi bu hava tersine dönmüş gözüküyor. Davos toplantılarında küresel ekonomi adına ciddi riskler sıralanırken, burada bulunan Maliye ve Hazine Bakanı Berat Albayrak’ın içeriden değil dış gelişmelerden kaygı duyduğunu belirtmesi de bu kaygıyı açıkça gösteriyor.
MERKEZ BANKASI DA KAYGILI
Dün yapılan Merkez Bankası açıklamasında da küresel iklimin içeride ekonomik istikrar için risk oluşturduğu konusuna öncelik verilmişti. Dış ticarette artan korumacılık eğilimlerinin küresel büyüme görünümüne ilişkin risk oluşturduğu belirtilirken, gelişmekte olan ülkeler için büyüme görünümün azaltıldığı, bu nedenle gelişmekte olan ülkelere portföy akımlarının azalacağı beklentisi dile getirildi. Merkez Bankası, enflasyonda bir miktar iyileşme görülse bile, enflasyonun ve enflasyon beklentilerinin bulunduğu yüksek seviyeler ile maliyet unsurlarının seyri ile fiyatlama davranışlarına ilişkin belirsizliklerin enflasyonda risk oluşturmaya devam ettiğini belirtti.
Dün Bakan Albayrak’ın Davos’taki konuşmalarından yansıyan haberlere baktığımızda da uluslararası finans kesiminde Türkiye’yi ilişkin güven problemi yarattığını bildiğimiz; iç talebin seçim öncesi artırılmasına neden olacak harcama kararları, mali disiplin, asgari ücret artışının enflasyona etkisi, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ve faiz kararları, batık kredi sorunu ve bankacılık sektörünün mali yapısı, Halkbank’a ilişkin ABD’deki davalar ve Ziraat Bankası’nın son kredi kartı ve futbol kulüplerine ilişkin kredi yapılandırması konularına ağırlık verdiği gördük.
Özetle; küresel ekonomi diğer gelişmekte olan ülkeler gibi Türkiye aleyhine bir görünüm vermeye başladı. Halbuki Türkiye’nin güven sorununu aşabilmek ve mevcut zorlu süreci yumuşak atlatabilmek için yabancı fon akımlarına her zamankinden fazla ihtiyacı var. Bu da içeride artık hata ve hovardalık lüksünün kalmadığını, rasyonel karar ihtiyacının çok arttığını, aksi takdirde zaten azalacak fon akımından yararlanma imkanımızın daralacağını gösteriyor.
Bakan Kurum, bankanın 93 yıllık mirası ve tarihi bulunduğunu belirtmiş. Bu tarihin hatırlanması gerekiyor ki; yenisinin kaderi geçmiştekine benzemesin. Bakan, bankanın temel stratejilerini, müşteriye ulaşacağı kanalları ve hizmet gruplarını belirlediklerini kaydederken, “Şehirlerimizin yaşam kalitesini daha yukarıya çıkarmak öncelikli hedefimiz” demiş.
Emlak Bankası’nın geçmiş faaliyetlerini, Özal’ın prenslerini, denizcilik ve inşaat başta olmak üzere nasıl ayrıcalıklı kredilerin verildiğini, Hazine’ye nasıl büyük yük getirildiğini yakından izlemiş bir gazeteci olarak, Emlak Bankası’nın diriltilmesinden kaygı duyduğumu belirtmeliyim.
Hatırlamak için arşive baktığımda, 7 Temmuz 2001 tarihinde Emlak Bankası’nın Ziraat Bankası’na devri haberini, Hürriyet’te “Sonunda Emlak Bankası tarihe karıştı” başlığıyla verdiğimizi gördüm. Şaibeleri, yolsuzlukları ve ekonomiye getirdiği yükler o kadar fazlaydı ve gündem olmuştu ki; nihayet anlamında, “Sonunda” vurgusu yapmışız.
Emlak Bankası’nın 93 yıllık geçmişini kısaca özetleyeceğim ama ondan önce 2000 yılındaki banka konsolidasyonuna kadar gelen süreci, bu açıdan kabaca hatırlamak gerekiyor. Emlak Bankası içi iyice boşaltılmış bir banka idi ve Ziraat’a 2001 yılında devredildi. Ancak tüm kamu bankaları politikacının elinde kayırmacı ve popülist harcamaları finanse ettirildikleri için batmanın eşiğine gelmişlerdi. Kemal Derviş ve Vural Akışık, o dönem abartılı bulduğumuz kadar yüksek, Hazine zararlarını ödetirken, kamu bankalarının kullanımını önlemek için mevzuatı da düzenlediler. Şu kadarını söyleyeyim; şimdiye kadar kamu bankaları politikacı tarafından abartılı kullanılamadıysa, o dönemki mevzuat değişikliği nedeniyledir. Ancak son dönemde geriye dönüşün başladığını, “arkadan dolanma yöntemleri” bulunarak Merkez Bankası ve kamu bankalarının 2000 yılı öncesine doğru gittiğini çağrıştıran uygulamaları görmek de çok üzücü...
Ülke ve halk, daha önceki dönemlerde yapılan hataların bedelini, 2000 ve 2001’deki zorunlu ekonomik tedbirlerle, ağır biçimde ödemek zorunda kaldı.
Umarız bu konudaki geriye gidiş belirgin ve yaygın uygulama haline gelmez. Çünkü bu ekonomiyi 2000’lere getiren büyük hataların tekrarı demek olur.
İLK KURULUŞ 1926’DA
“Halkın inşaat teşebbüslerini desteklemek, gerekli kredileri sağlamak ve yetim haklarını korumak’’ amacıyla Atatürk’ün talimatları doğrultusunda kurulan banka, 3 Haziran 1926 yılında ‘‘Emlak Eytam Bankası’’ olarak faaliyete geçti. Emlak ve Eytam Bankası, 1946 yılına kadar çalışmalarını sürdürdü ve büyük inşaat projelerini finanse etti. Bankanın adı 1 Eylül 1946 tarihinde Türkiye Emlak Kredi Bankası Anonim Ortaklığı’na dönüştü.1988 yılında Buğday Bankası A.Ş ile Türk Ekspres A.Ş.’nin birleşmesi sonucu oluşan Anadolu Bankası ile birleşince, bankanın adı bu kez de Türkiye Emlak Bankası olarak değişti. 1992 yılında da Denizcilik Bankası, Emlak Bankası’na devredildi. Emlak Bankası, 1988 yılından sonra bankacılıktan ve inşaat işlerindeki başarılarından daha çok yolsuzluk ve genel müdürleriyle gündeme geldi. Bankanın o tarihten sonraki 9 müdürü mahkemelik oldu. Siyasilerin gözdesi olan Emlakbank, 2000 yılı itibariyle öz kaynaklarını tamamen yitirmiş bir bankaya dönüştü ve 2001’de Ziraat Bankası’na devredildi.
Piyasa hareketlerinin gösterdiği başka bir unsur da hala Merkez Bankası’na, daha doğrusu Merkez Bankası’nın politikacılardan bağımsız hareket edeceğine ilişkin güvenin kurulamamış olması.
Geçen yıl gereksiz biçimde bekleyip sonunda yüksek faiz artışı yapmak zorunda kalan ve ancak bu şekilde piyasalardaki normalleşmeyi başlatan Merkez Bankası yönetimi, artık gerekeni yapacağı konusunda belli ki hala güven verebilmiş değil. Enflasyon beklentilerinde bariz düşüş olmaması, toplantı öncesi Trump’ın Türkiye ekonomisini tehdit eden mesajları Merkez Bankası’nın böyle bir ortamda faiz indirimi yapamayacağını gösteriyordu. Ancak faiz kararından sonra piyasaların yükselmesi, bize, Merkez’in siyasi nedenlerle faiz indirimine gideceğinden hala korkulduğunu gösterdi. Faizi sabit tutma kararı alınca piyasaların hızla iyileşmesinin bu algının göstergesi olduğu konuşuluyor.
Bu hareket bize aynı zamanda, piyasaların yine iyimser bir havaya girdiğini, dolayısıyla iyileşmek için faiz kararını abartılı biçimde kullandığını da gösterdi. Piyasalarda zaman zaman aşağı ya da yukarı doğru, kar realizasyonu için böyle bahaneler yaratıldığını biliyoruz. İşte Merkez’in kararı bu kez iyileşme hareketi için bahane olarak kullanıldı.
BANKA HİSSELERİNE TALEP
Peki, piyasadaki hareket neden sadece hisse senetlerinde görüldü de Hazine bonolarına fazla ilgi olmadı? Konuştuğumuz piyasa oyuncuları geçen hafta yaşanan harekette bonoya ciddi bir talebin gelmediğini, hisse senetleriyle sınırlı bir iyileşme hareketi yaşandığını kabul ediyorlar. Hisse senedine yabancı ilgisinin yaşandığını kaydeden bir bankacı, enflasyonun ciddi oranda düşeceği konusunda piyasalarda umut görülmediği için bonoya talep gelmediğini söyledi. Yıl sonuna doğru yüzde 15-16’lık enflasyon rakamlarından söz edildiğini ama bunun zor olduğunun görüldüğünü kaydeden aynı bankacı, yüzde 23-24 ile TL’sini değerlendirenlerin bunun yerine gidip bono satın almayı doğal olarak kârlı görmediğini söyledi. Enflasyonda düşüş beklentisi yaratılamadığı için, bonodan para kazanmayı özellikle yabancıların şimdilik düşünmediğini kaydetti.
Peki, bono ne zaman cazip olur diye sorduğumuzda aynı bankacı, marttaki toplantıda Merkez’in faiz indirmemesi ya da yarım puanlık indirim yapıp daha sonra küçük oranlı indirimlere gideceğini açıklaması halinde, bonoya olan yabancı talebinin canlanabileceğini söyledi. Şu anda yüzde 24’lük Merkez Bankası faizinin enflasyona rağmen yüksek kaldığını ama enflasyon beklentisi iyileştirilemediği için indirimin zamanı olmadığını kaydeden bankacı, bu nedenle marttaki toplantıda yarım puanlık indirimin piyasayı bozmayacağını ama 1-5-2 puanlık indirime piyasaların tepki verebileceğini iddia etti.
İyileşme hareketinin hisse senetlerinde özellikle bankalarda yoğunlaşmasının nedeni ise banka hisse senedi değerlerinin çok düşmüş olması, buna karşılık batık krediler artsa da bankaların bu kadar kötü duruma düşmeyeceğine ilişkin güvenin oluşmasına bağlanıyor. Bir süre daha bu hareketin devam edebileceğini tahmin eden piyasa oyuncuları var. Yine hisse senetlerine yabancı girişine bağlı olarak kurlarda da hareket görülebilir.
Piyasa, genel olarak mart sonundaki seçimlere kadar sakin bir seyir bekliyor, daha doğrusu umuyor diyebiliriz.
Piyasaların Merkez Bankası’nın sıkı duruşun devam edeceğini işaret eden açıklamasının iyileşmede katkısı olduğu açık. Verilerin ekonomik dengelenme eğiliminin belirginleştiğini gösterdiği, finansal sıkılaşmanın etkisiyle iktisadi faaliyette yavaşlama eğiliminin devam ettiği belirtilen Merkez Bankası açıklamasında, enflasyon görünümünde bir miktar iyileşmeye karşılık fiyat istikrarına yönelik risklerin devam ettiği belirtilerek, “Enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar sıkı parasal duruşun korunmasına” karar verildiği kaydedildi.
Açıklamada, “gerekli görüldüğü takdirde ilave parasal sıkılaştırmaların yapılacağı” cümlesinin korunması da sıkı duruşu devam ettirme niyetinin göstergesi kabul edildi.
Özetle; piyasalar zaten faiz indirimi beklemiyordu ama “Mart’ta da faiz indirimi olmayacağına” ilişkin işaret aldığını düşündü. Bu nedenle iyileşme yaşandı.
Merkez Bankası açıklamasında yer alan bu cümlelerden bu kadar kesin bir sonuç çıkarmanın zorlama olacağı, daha iki ay süre olduğu açık. Ancak belki de piyasalar son Trump şokundan sonra iyileşme için bir bahane arıyorlardı, bu cümleler de bahaneleri oldu. Çünkü bir süredir kurlarda sağlanan istikrar üzerine mevcut trendin devam edeceği bekleniyordu. Suriye’den ABD’nin çıkışı siyasi olarak ekonomik düzelmeyi destekler hale getirilmişti ama bir tweet mesajıyla Trump’un çıkışı işleri tersine çevirdi. Piyasalar doğal olarak bu sürprizi de kullanıp olayları kendi lehlerine çevirmek için böyle bir yola gittiler.
Suriye konusunda ABD ile yaşanan görüş ayrılığı tümüyle bitti mi, seçimlere kadar burada istikrarlı bir görüntü verilip piyasalara olumsuz etkisi önlenebilecek mi, henüz bilmiyoruz. Hükümetin seçim öncesi piyasaların bozulmaması için bu konuda temkinli tutum takındığını ve yeniden uzlaşma görüntüsü vermek için büyük çaba sarf ettiğini gördük. Güvenlik koridorunun içeriğinde de seçimlere kadar sorun görüntüsü verilmemeye çalışılacağı açık. Ancak Trump sözkonusu olunca, yeni sürprizlerin olmayacağı söylenemiyor.
SEÇİM SONRASI FİYATLANIRSA…
Parasal sıkılaşma görüntüsünün piyasalarda nasıl etki ettiğini, yine yaşadık. Son siyasi gelişmeler ardından, seçim öncesinde siyasi orun olmadığı görüntüsü korunmaya çalışılacak. Korunamadığı takdirde ise kurların yeniden yükselişi kaçınılmaz olacağı için, Hükümetin “Mart toplantısında da faiz indirim kararı verilmemesine” göz yumabileceği piyasalarda konuşulmaya başladı.
Siyasi ve diplomatik gelişmeler istikrarlı görünüm verse de, seçim öncesi ekonomik gelişmelerin piyasaları etkileyebileceği de açık. Bu takdirde günlük müdahalelerle kurlar istikrarlı halde tutulabilir mi, onu göreceğiz.
Enflasyondaki düşüş eğilimine rağmen zaten bu toplantıda faiz indirimi kararı verilmesi çok düşük bir ihtimal olarak gözüküyordu. ABD Başkanı Trump’ın Suriye’deki gelişmelere ilişkin Türkiye ekonomisini tehdit eden tweeter mesajı bu ihtimali sıfıra indirdi.
Sadece ocaktaki değil, mart ayındaki Merkez Bankası toplantısından da faiz indirimi kararı çıkma ihtimalinin azaldığı söylenebilir. Suriye’ye ilişkin ABD ile yaşanan bu gerginliğin önümüzdeki bir-iki ayda alacağı şekil bu indirimi kararını yakından etkileyecek. Şahsen yarınki toplantıdan faiz indirimi kararı çıkmayacağını ancak seçimden önce mart ayındaki toplantıda bu kararın verilmesine yakın olunduğunu düşünüyordum. Ancak yeni çıkan gerginliğin sürmesi halinde, mart ayında da bu kararın çok zorlaştığını söyleyebilirim.
Burada belirleyici olan tabi ki Türkiye’nin alacağı tavır. Yakında bir seçim olmasaydı Türkiye’nin eli bu gerginliği yönetirken daha rahat olabilirdi. Ancak Hükümetin manevra alanının daraldığı açık; seçim öncesinde bu gerginliği ekonomi ve siyasi alandaki dengeyi çok daha hassas gözeterek yönetmek zorunda kalacaktır.
Son dönemde ilişkilerin iyi gitmesine rağmen Trump’ın “Kürtleri vurması halinde Türkiye ekonomisini yerle bir ederiz” açıklaması, Ankara için sürpriz bir çıkış oldu. ABD’nin Suriye’den çekilmesi sonrası doğabilecek boşluğa izin vermemek, Türkiye’ye olası tehditleri önlemek kaygısıyla askeri hazırlık yapan Türkiye, Trump’ın bu sürpriz çıkışı sonrası yeni bir hareket tarzı belirlemek durumunda kalacak. Trump’ın twitter mesajına karşı Ankara’dan Dışişleri Bakanı ve sözcüler kanalıyla gelen ilk tepkilerin sert görüntülü ama temkinli olduğu söylenilebilir.
UZLAŞMA İHTİMALİ VE PİYASALAR
“Sınırda güvenlik koridoru kurulmasının Türkiye’nin evvelden beri önerisi olduğu”nun altı çizilmesini, bu tehdite rağmen uzlaşma umudunun olduğu biçiminde yorumlayanlar var. Ancak Türkiye ile ABD’nin güvenlik koridorunun içeriği konusunda aynı görüşte olmadıkları tahmin ediliyor. Çünkü Türkiye’nin daha önceki ABD’ye teklifi bu bölgede Türk askerlerinin olması, Suriyeli göçmenlerin bu bölgeye aktarılması yönündeydi. ABD’nin önerisinde ise o bölgede hangi kuvvetlerin yer alacağı konusunda bir netlik bulunmuyor. ABD’nin Türk askerinin hakim olacağı bir güvenli bölgeden söz etmediğini tahmin edenler çoğunlukta.
Ankara’da yeni çıkan gerginliğin alacağı şekil konusunda çeşitli senaryolar konuşulmaya başladı. İki genel senaryodan söz edecek olursak; seçim öncesi oy oranlarını artırmak adına siyasi çatışma havasını sürdürmek hatta seçim öncesi tansiyonu yükseltme ihtimali birinci senaryo olarak gözüküyor. Bu takdirde ekonominin olumsuz etkileneceği, piyasaların bozulacağı kesin. Bu senaryo hayata geçerse, seçim öncesi kurların çok daha yukarılara çıkma ihtimali yüksek denilebilir.
Hükümetin seçim öncesi zaten kırılgan olan ekonomiye öncelik vermesi halinde ise güvenlik bölgesi üzerinden gidilip, uzlaşma çabasının öne çıkması gerekecek. Bu takdirde sorunun çözümü için ABD ile karşılıklı gidip gelen notlar ve ziyaretlerle müzakerelerin başlaması gerekecek. Bu takdirde Türkiye’nin seçime kadar bölgeye sıcak harekat yapma ihtimali de kalmıyor.
Çünkü seçime kadar piyasalarda sağlanan mevcut sakinlik devam ettirilse bile, seçimden sonra ekonomide radikal kararlara ihtiyaç olacağını herkes görüyor. Esnaf seçimden sonra alınacak kararlarla işlerinin yeniden açılıp açılmayacağını sorguluyor, vatandaş da alım gücünün daha fazla düşüp düşmeyeceği, gelirinin ne olacağı yanıtının peşinde.
Yine alınan son kararlar hoşuna gitse bile, insanlar, seçimden sonra harcama artırıcı bu kararların faturasının nasıl çıkacağını da sorguluyor. Bu kararların artık kanıksandığını, hatta olağan karşılandığını söyleyebiliriz ama herkes son kararların faturasının olacağının da farkında. Tabi ki herkes kendi açısından faturayı kimin ödeyeceğini de merak ediyor.
Özetle; seçimden sonra Türkiye ekonomisinin hangi yola gideceği, uzun süreli kalıcı bir iyileşme sağlanıp sağlanmayacağı merak ediliyor. Bu soruların gündemde olması çok doğal, çünkü kimse önünü göremiyor. Önünü görüp ona göre karar almak, örneğin esnaf ve iş dünyası işini sürdürüp sürdürmeyeceğini, sürdürecekse büyüyüp büyüyemeyeceğini görmek istiyor ki; hazırlıklı olsun. Aynı kaygı dar ve sabit gelirli sade vatandaş için de sözkonusu.
İnsanların önlerini görebilmeleri, ileriye dönük plan yapabilmeleri için yönetimin ekonomi politikalarının netleşmesi gerekiyor. Seçime kadar öngörülebilir politikaların açıklanmasını kimse beklemiyor ama şimdiden ipuçlarını alabilmek adına, herkes birbirine son günlerde bu soruyu yöneltiyor.
Çok açık ki; ekonominin artık çıpası kalmadı, yeni çıpa ya da çıpalara ihtiyaç var. Çıpa ya da çıpaların neler olabileceği ise doğal olarak tartışmalı bir konu.
Kimi iktisatçı ve piyasa analisti, sağlanacak yüklü bir kaynakla birlikte, IMF anlaşması gibi güçlü bir çıpanın oluşturulması gerektiğini düşünüyor. Kimisi ise IMF’e artık gerek olmadığını, doğru politikalarla işin düzeltilip, öngörülebilir bir raya oturtulabileceği görüşünde.
PLAN VAR MI?
IMF’li ya da IMF’siz, öngörülebilir bir ekonomik iklimin oluşması için ise ihtiyaçlar belli. IMF çıpası olmasa bile, Türkiye’nin yeniden üretimini artırıp istikrarlı bir trende oturtulabilmesi için yapılacaklar listesi zaten mevcut.