Vatandaş teslim oldu kara o beceriksizliği savunuyor hala

Bİz Türklerin kendine has tanımlama ve ölçüm biçimleri vardır. Örneğin yemek tarifi verirken, “Bir tutam” ya da “Bir bardak” gibi ölçüler kullanırız.

Ancak kimse bardağın büyüklüğüne ya da kaşığın ebadına değinmez. Tutam ise herkesin el, hatta parmak yapısına göre değişir. Örnek mi? İki tutam karabiber, bir diş sarımsak, bir avuç fındık, bir tepeleme çay kaşığı tuz, bir silme çay kaşığı biber...
Adam dayak yemiştir. Kendisini dövenleri, “Bir kamyon dolusu adam” diye tarif eder ve “Beş posta dövdüler” diyerek zamanlama verir. Gerçi bu “Beş posta” terimi başka alanlarda da kullanılır, ama o yöne hiç girmeyelim... Bu kamyon kaç kişi alır? Hepsi birden mi üzerine çullanmıştır? Beş posta dediğine göre saldırganlar belli aralıklarla gelen postacı mıdır?
Bir de tariflerimize hayvanları alet etmez miyiz? “Öküz kadar”, “Ayı gibi”, “Zürafa boyunlu”, “Aslan gibi”, “Eşek kafalı”, “Hayvan gibi cüsseli”... Velhasıl alem milletiz biz.
Gelelim neden böyle bir giriş yaptığıma... Bir okuyucu mektubu aldım. Beyaz örtüye teslim olan Ankara’da yaşanan olumsuzluklara değinip, herkes gibi Melih Gökçek’in yetersizliğinden bahsediyordu. Yazısının bir bölümünde de “Bizler nemrut bir yönetime layık mıyız?” diye soru soruyordu. Al sana bir benzetme daha. Hâlbuki nemrutun gerçek anlamını ve ardında yatan hikâyeyi bilse, eminim bu kelimeyi kullanmazdı. Nasıl mı? Bilmeyenler için anlatayım.

GÖRÜNTÜ VE BAHANELER HİÇ DEĞİŞMİYOR

Bu arada kara teslim olmuş Ankara’da belediyenin acizliğinden ve Gökçek’in pişkin konuşmalarından fazla bahsetmeceğim. Zira yıllardır söylediklerimi vatandaşlar bir kez daha başına gelince anladı. Üstüne üstlük yazılı ve görsel medya, yaşanan bütün olumsuzlukları dünyaya aktardı. Artık söze hacet var mı?
Son yaşadığımız sıkıntılar 17 yıldır Gökçek yönetiminde çalışan belediyenin yoğun kar yağışı karşısında sergilediği acizliğin ilki değil. Size biri 1998, diğeri 2000, sonuncusu da şimdileri yansıtan üç fotoğraf göstermek istiyorum. Sizce değişen ne oldu? Karın her yoğun yağışında biz aynı sahneleri yaşıyoruz, Gökçek aynı tip bahaneleri öne sürüyor ama görüntü hiç değişmiyor. İnsan ders çıkarmaz mı demek istiyorum ama eldeki malzeme Gökçek olunca susuyorum. Neyse, biz dönelim Nemrut’un hikayesine:

NEMRUT’A 1985’İN BAHARINDA SON KEZ ÇIKTI

Kommanege Krallığı’nın genç ve güçlü kralı Antiochus, güneşe hükmetmek ve onun ayaklarının altından doğup, ayaklarının altından batması için harekete geçmiş. Bunun için de Nemrut’un zirvesine dünyanın sekizinci harikası olan heykelleri ve Tümülüssü yaptırmış. Sonuçta da iki bin 150 metrede insan eliyle dağ kesilerek inşa edilen bu dev heykeller ve tapınak bugün tüm dünyaca biliniyor. Beni esas etkileyen ise bu harikaları insanlığın hizmetine sunan Amerikalı arkeologun yaşam hikayesi.
Theresa Goel, 1953 yılında Nemrut’a geldiğinde Amerikalı genç bir arkeologdu. Nemrut Dağı’nın tepesinde güneşin doğuşunu ve batışını herkesten çok o seyretmişti. Dahası Nemrut’a aşıktı. Tam 32 yıl Nemrut’a çıktı. Nemrut Dağı’nın tepesindeki dev heykelleri ortaya çıkartarak, kitabeleri çözerek, Kommanege’lerin tarihine açıklık getirdi. 1985 yılına kadar da bıkmadan, durmadan, usanmadan çalıştı. Sapsarı saçları ağarmıştı. Kazı yapmaya artık gücü bile yetmiyordu. 1985 ilkbaharında Nemrut’a son kez çıktı. Tanrılarla güneşin doğuşunu, batışını bütün ihtişamıyla seyretti. Ömrünü harcadığı dağlara tepelere son kez baktı ve Amerika’ya döndü. Theresa, ölünceye kadar da bir daha Nemrut’a hiç gelmedi.

KÜÇÜK GÜMÜŞ KUTUNUN KAPAĞI AÇILDI VE...

1989 yılında ise Kahta’ya ulaşan bir otobüsten kır saçlı, yaşlı bir adam indi. Elinde küçük gümüş bir kutu vardı. Nemrut Dağı Sempozyumu için bilim adamlarıyla birlikte gelmişti. Bu adamın adı Kermit’ti. Tan vaktinden evvel güçlükle tepeye tırmandı. Sempozyuma katılan bilim adamlarının gelmesini bekledi. Tanrıların önünde doğan güneşe doğru döndü, gümüş kutuyu açtı, içindeki külleri havaya savurdu. Kermit, Theresa’nın erkek kardeşiydi. Theresa son nefesini verirken kardeşine “Cesedimi yakın, küllerini Nemrut Dağı’nın tepesinden serpin” diye vasiyette bulunmuştu. İşte o gün küller Kral Antiochus’un anıt mezarının üzerinde uçuştu.
İşte “Nemrut” denince aklıma dünyanın sekizinci harikası ve Theresa geliyor. Melih Bey ile ekibini bu yüzden Nemrut ile hiç bağdaştıramıyorum. Gerçi Türk Dil Kurumu’na göre “Nemrut” kelimesinin karşılığı, yüzü gülmeyen, acımasız, can yakıcı ama okuyucularımdan ricam, bundan sonraki tanımlarında başka bir kelime bulsunlar.
Şaka bir yana, Ankara’mızda çok iyi yöneticiler de var. Örneğin Mayıs 2010’da Ankara Valiliği’ne atanan Alâaddin Yüksel gibi. Göreve başladığı günden itibaren ildeki bütün dinamikleri harekete geçirmek için var gücüyle çalışıyor ve gecesini gündüzüne katıyor.

DEVLET UMURU GÖRMÜŞ VALİDEN YANA ŞANSLIYIZ

Hani derler ya devlet umuru görmüş biri diye, vali bey de öyle bir insan. Kendisini daha önceki görevi Antalya Valiliği’nden tanırım. Vizyonuyla, üretkenliğiyle, toplumla barışık kişiliğiyle ve en önemlisi çağdaş yapısıyla çevresini etkilemesini bilen bir kişidir.
İçimden, “Ankara’mız da böylesine başarılı bir valiye kavuşacak mı?” diye geçirirdim ki bir baktık geldi. Kısa sürede de her kesimi kucakladı ve en önemlisi Ankara valisinin sadece protokol valisi olmadığını gösterdi.
Samimi tavırları, etkileyici hitabetiyle gittiği her yerde vatandaşın sempatisini ve güvenini kazanan Vali Alâaddin Yüksel, gündeme birçok projeyi taşıdı ve teker teker hayata geçirmeye başladı. Bu projelerden bir tanesi, belki de en önemlisi, Mobese adıyla da bilinen “Kent Güvenliği Yönetim Sistemi”ni kısa sürede tüm şehre yaymasıydı. Ondan önce sınırlı sayıda hizmet veren sisteme ek projelerin ilavesini yaptı. Bunlarla birlikte o güne kadar 30 civarında olan kamera sayısını üç aylık bir çalışmanın ardından 825’e çıkartarak Ankara’nın daha güvenli, daha yaşanabilir bir kent haline gelmesini sağladı.

VALİNİN BU GAYRETİ BAŞKENTİN ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİRECEK

Ankara’nın yıllarca hiç gündemine gelmeyen, hatta varlığından bile haberdar olunmayan turizm potansiyeli onun sayesinde harekete geçti. Verdiği mücadele önceleri çok ilgi görmedi ancak sadece altı aylık bir süreçte üç kez yapılan Turizm ve Tanıtma Konseyi Toplantısı bile dinamiklerin harekete geçmesini sağladı. Size bir örnek daha vereyim. Ankara Kalesi ve çevresi düzenlemesi için her gün yoğun bir mesai harcıyor ve çalışmaları bizzat denetliyor. Kimi zaman emrindeki kamu kurumlarını zorluyor, kimi zaman da ilgili bakanlıkların koridorlarında bıkmadan usanmadan turluyor. Bir hayli mesafe aldığını ise söyleyebilirim. Çok değil, birkaç yıla Kale ve çevresinin çok değiştiğini göreceksiniz.
Ülkemizdeki mobilya sektörünün beşiği sayılan Siteler’in üzerine serpili olan ölü toprağını kaldırmakta da gecikmedi. “Siteler Markasını Oluşturmak İçin Ortak Akılda Buluşma Zamanı” sloganıyla Siteler Eylem Planı’nı hayata geçirdi.
Şehrin doğasını da unutmadı. Halkımızla bütünleşerek 4 Kasım 2010 tarihinde tüm Kaymakamlıkların koordinasyonunda ve eş zamanlı olarak 15 bin kişinin katılımıyla 117 hektar alana 65 bin fidan dikilmesini sağladı ki bu çabasını halen sürdürüyor. Anlayacağınız iyi bir valiye sahibiz ama belediyeden yana şanssız illerden biriyiz.

HAMAMÖNÜ’NDEKİ TESTİ KARIN ŞİDDETİNİ KESTİ

Karın ilk yağdığı gün Hacettepe Hastanesi’ndan çıkmış Hamamönü Semti’nde beni alacak arabayı bekliyordum. Gelmek bilmeyen araç yüzünden sığınacak bir yer arıyordum ki karşımda Sebu isminde bir kafe belirdi. Üstelik dekoruyla hayrete bile düşürdü. İçeri girip mönüsünden seçtiğim ürünleri yemeğe başladığım zaman ise bugüne kadar büyük bir haksızlığa imza attığımı fark ettim. Birçok Ankaralı gibi iyi kafelerin Kızılay, Ümitköy, Bahçelievler, Kavaklıdere, Çankaya gibi semtlerde olduğunu zanneder, Filistin Caddesi’ne toz kondurmazdım ya, kazın ayağı hiç de öyle değilmiş. Sebu emsallerini aratmayacak donanımda güzel bir kafeymiş. Hele manzarası ve kendi imalatı özel lezzetleriyle bir harikaymış.
Sonradan öğreniyorum ki Sebu, testi anlamına geliyormuş. Restoran, pastane karışımı Sebu’da akşam yemekleri de canlı müzik sunan sanatçılar sayesinde eğlenceli geçiyormuş. Ben o gün chese kek, krokanlı pasta ve profiterolden oluşan karışık tatlı tabağını denedim ki çok lezzetliydi. İçecek de ise expresso bazlı kahveler, aromalı cappucinolar, sıcak çikolatalar, aromalı kahveler, meyve ve bitki çayları, frappeler, soğuk çikolatalar, buzlu kahveler derken kafam karıştı ve taze sıkılmış meyve suyu içtim. İnşallah önümüzdeki günlerde diğerlerini de deneyeceğim.

TELEFON ÇALDI METRELİK KEBAP SONRAYA KALDI

Beyaza bürünmüş Ankara’daki belediyenin acizliğinden dolayı kapanan yolları aşıp da gelemeyen araç yüzünden kafedeki oturma sürem uzayınca yemek faslına da geçiyordum ki, cep telefonum çaldı. Şoför 150 metre uzağıma kadar gelmiş ama daha ileri gidememişti. Bana da araca kadar tüm Ankaralılar gibi yürümek düşmüştü. Ancak benim yürüyüşüm araca kadardı. Sonrası mı? Normalde 20 dakikada ulaşabileceğimiz gazete binasına tam dört saat 25 dakikada ulaşabildik.
Demin yemek faslı geçmek üzere olduğumdan bahsettim ya Sebu’nun yiyecek mönüsüne de göz gezdirdim. Makarnalar, beyaz ve kırmızı etten oluşan lezzetler, pizzalar gözüme çarparken, yan masaya gelen metrelik kebap ilgimi çekti. Oldukça şık bir sunumla masaya gelmiş ve kokusuyla başımı döndürmüştü. 4,5 saat yolda kalacağımı bilsem, durmaz mideme indirirdim ama en kısa zamanda tadacağımdan kuşkunuz olmasın.
Yazarın Tüm Yazıları