DAHA önce de defalarca dile getirdim ama duruma aldırış eden olmuyor.
Bu umursamazlık yüzünden de peş peşe kazalar geliyor ve maddi hasar bir kenara insanlar yok yere canından oluyor. İnanın, şu sıralar birçok kişi gibi yetkililer hakkında hiç iyi düşünmüyorum. Hatta bazen Cumhuriyet Savcısına şikâyet etmek bile aklıma geliyor.
Bilmeyenler için bir kez daha hatırlatayım, Hürriyet Gazetesi’nin bulunduğu bina Eskişehir yolu üzerinde. Günün her saati yoğun bir araç trafiği var ve zaman zaman yan yana dört şerit bile akış için yetmiyor. Üstelik otobana dönüşmüş bu yolda sürücü ve yayalar için ciddi tuzaklar da var. Tıpkı, Konya yolu, Havalimanı yolu gibi...
Bu tuzaklardan en önemlisi ise orta refüjde bulunan bitkilerin sulanması esnasında uygulanan teknikten kaynaklanıyor. Kentin birçok cadde ve bulvarında bu alanların sulaması tehlikeyi bir kat daha arttırıyor. Otomatik sulamaya geçen fıskiyeler çim, ağaç ve çiçekleri sulaması gerekirken, yolları da ıslatıyor. Tankerlerle yapılan sulama ise daha da beter. Suyun asfalt üstündeki tozla birleşmesiyle yerler cila gibi kaygan hale geliyor. Güneşli ve kuru havada bu durumu fark etmeyen sürücüler de direksiyon hâkimiyetini kaybediyorlar. İnanın bu kaymalar yüzünden üst üste kazalar oluyor. Hele ki akşamları, yerdeki ıslaklığı fark etmeyen sürücüler tam anlamıyla can pazarının içine düşüyor. Kenarlara konan “Kaygan yol” levhaları ise hiçbir işe yaramıyor.
Sözün özüne gelecek olursak, belediye yetkilileri bu sulama işini asfaltı ıslatmadan yapamaz mı? Dünyanın birçok ülkesini gördüm ve asfaltı sular altında bırakan bir sisteme hiç rastlamadım. Acaba bizim ülkemizde uygulanması çok mu zor?
DUMANSIZ HAVA SAHASI SOSYAL YAŞAMA DARBE
Birçok çağdaş ülkede olduğu gibi ülkemizde de dumansız hava sahası uygulaması katı bir şekilde yaşamımıza girdi. Kapalı alanlarda sigara içmek bundan böyle yasak... Kuşkusuz bu uygulamadan en çok etkilenen yerler yeme içme ve eğlence mekanları oldu. Özellikle kahvehaneler, kafeler, restoranlar, meyhaneler, barlar ve kulüpler dumansız hava sahası nedeniyle önemli ölçüde müşteri kaybına uğradı. Dahası aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali, ya kurala uymayan müşterisini yetkililere şikayet etmek zorunda kalıyor, ya da göz yumduğu için yüksek cezalar ödüyor.
Benim üzerinde durmak istediğim konuysa bu uygulamanın başlangıç sürecinde yaşananlar. Global krizin etkilerini bertaraf etmeye çalışan işletmeler, sigara yasağının yaşattığı olumsuzluklarla mücadeleye hazırlanırken, bir de hizmetlerine zam yapmak zorunda kaldı. Verginin tekrar yüzde 18’e çıkarılması yüzünden hesap pusulalarına yüzde 10’luk bir ilave yapmak zorunda kaldılar. Bir taraftan sigara yasağı, diğer taraftan da zorunlu zam önemli ölçüde müşteri kaybına sebep oldu.
Şimdilerde görüştüğüm birçok işletme sahibinin eleştiri okları AKP iktidarına yöneliyor. Bu uygulamayı dumansız hava sahasına değil, alkolsüz yaşam tarzına geçiş olarak görüyorlar. Zira sigara yasağının start aldığı günlere rastlayan vergi artışının tesadüf olmadığını düşünüyorlar. İçlerinden bazıları, sigara yasağı konusunda Alman ya da İspanyol modelinin uygulanmasını istiyor. Yani işletmelerin belli bölümü sigara içenlere tahsis edilmesini, gereken ayrıştırma ve havalandırma koşullarının sıkı denetlenmesini, bu şekilde de içmeyenlerin mağduriyetinin önlenmesini istiyorlar.
Sonuçta bu katı yasaklar yüzünden yüzlerce mekan kapanabilir ve binlerce insan işsiz kalabilir. Ayrıca sosyal yaşam da mağaza vitrinlerine bakmaktan öteye gitmeyebilir.
Bu aşamada benim tavsiyem ise bu mekanlara gidişinizi kısıtlamayın. Varsın dumansız hava sahası olsun. Yoksa eğlencesiz bir yaşam sizi bekliyor olacak. İçeceğiniz bir bardak çay, yiyeceğiniz bir simit ve tabiî ki daha fazlası, sosyalleşebileceğiniz bu mekanların yaşaması için çok önemli. Sonra ev ailenizin ve yakın birkaç dostunuzun suratına bakmaktan başka seçeneğiniz kalmayabilir. Sigara içenler mi? Mümkünse bu illetten kurtulun, olmadı bu illeti yasaklayan zihniyetin Almanya veya İspanya’ya seyahat etmesini sağlayıp, kalbinin yumuşamasını bekleyin.
POTANSİYEL NERONLARIN PEŞİNİ BIRAKMAYIN
Televizyon ya da gazetelerde bir orman yangını haberi görünce içim “cız” eder ve yağmur duasına başlarım. “Yangın sönse de o canım doğa bu felaketten kurtulsa” derken de pencereye koşar, aşağıdaki yeşil alana bakarım. Aklıma hemen sigara izmariti gelir ve görüş alanıma giren her yeri telaşlı gözlerle tararım. Hatta sigara içen birini görürsem gözden kayboluncaya kadar izlerim. Geçen gün arabayla Ankara’dan Antalya’ya doğru yol alırken Konya güzergâhını tercih ettim. Sarıya bürünmüş Konya ovasını geride bırakıp Toros Dağları’nın o enfes doğasına ulaşınca içimi bir huzur kapladı. Böylesine güzel ağaçları ülkemize bahşettiği için Tanrı’ya şükrederken de o kötü manzarayla karşılaştım. Yanmış kül olmuş bir alan ve karalara boyanmış bir doğa. Daha geçen yıl o alan da binlerce çam ağacı ve çiçekler vardı.
Neyse ki kısa bir süre sonra güzellikler tekrar belirdi ve yanan kısma nispet yaparcasına daha gür bir şekilde karşımda belirdi. Yüzümde tekrar gülücükler açmıştı ki, fren pedalına köküne kadar basmama sebep olan iğrençliği fark ettim. Yolun hemen kenarındaki ağaçların dibinde arabalarıyla birlikte konuşlanan üç adam, çalı çırpıyla doldurdukları mangallarındaki ateşi körüklemeye çalışıyordu. Üçünü de Roma’yı yakan Neron’dan farksız görmüş olacağım ki, kızgınlıkla araçtan iniverdim. Yaptıklarının orman için büyük tehlike yarattığını, söndürmeleri gerektiğini filan söylerken, baktım aralarından biri eline aldığı taşı bana doğru fırlatmaya hazırlanıyor. Diğerleri de bir yandan arkadaşlarını galeyana getirip saldırmaya hazırlanırken, diğer yandan da yüksek sesle “Bıktık lan senin gibi çevrecilerden. Sizin yüzünüzden ağaç gölgesinde bir mangal keyfi bile yapamıyoruz” diyerek küfürle karışık bağırıyor. Allahın dağ başı ve üçüne karşı tek başınayım. Çaresiz arabaya binip, gaza basıp, yola koyuldum. Bir yandan telefona sarılıp emniyete ulaşmaya çalışırken, diğer yandan da yol kenarında derdimi anlatacak insanlar aramaya başladım.
SANKİ O BÖLGEDE YAŞAMIYORLAR
Dağların arasında telefon çekmeyince de 50 kilometre sonra karşıma çıkan benzin istasyonuna kadar durmadım. Pompanın yanındaki görevliye bir çırpıda konuyu aktarırken de yakında bulunan köylülerden müdahale etmelerini istedim. Aldığım yanıt ise daha şaşırtıcı. “Sana ne adamların mangal keyfinden! Elin adamlarıyla başımızı derde sokacak halimiz yok.” İçimden “İş başa düştü” diye geçirirken, uzakta beliren trafik ekip otosunu gördüm. Derdimi bu kez de onlara anlattım ki, verdiğim koordinatlara hemen hareket ettiler. Tabii peşlerinden ben de. Ancak magandaların bulundukları yere vardığımız zaman bıraktıkları pet şişeler, naylon torbalar ve küllenmiş odun parçalarından başka bir şey bulamadık. O diklenen kabadayıların yerinde yeller eserken, ormanın muhtemel bir yangından kurtulmasına sevindim.
Akşam saatlerine doğru huzura ermiş bir psikolojiyle Manavgat’ı geride bırakıp, Belek Turizm Merkezi’ne ulaştığım anlarda sinirlerim yine tepeme çıktı. Bu kez önümdeki taksinin şoförü yanan izmariti pencereden dışarı atarken, korna çalmama, selektör yapmama rağmen hızla gözden kaybolup gitti. Plakasını alamamanın üzüntüsüyle sağıma soluma baktım, kimse yok. Belli ki içinde yolcusu olmayan bu taksi oradaki duraklardan birine ait? En yakın durağa gidip o esnada yolda olan taksicinin kim olabileceğini soruyorum. İçlerinden biri, “Ağabey, biz iki saattir buradayız, kimseyi görmedik” dedi. Sonra fark ettim ki, bana bu sözleri söyleyen taksicinin bindiği aracın ön kaputu haddinden fazla sıcak.
“O sendin!” diyerek yem attım ki, oltaya takıldı. “Evet, ağabey, o bendim ama lütfen şikayet etme. Evde çoluk çocuk ekmek bekliyor” cinsinden sözlerle ajitasyona başladı. Kısa bir nasihat faslından sonra bir ikazın bile aynı hatayı tekrarlamaması için yeterli olabileceğini düşünerek konuyu kapattım. Sonraki günler sorup, soruşturuyorum ki bu taksiciyi sigara içerken gören olmamış. Kıssadan hisse; bu tipleri görünce peşlerini bırakmayın ve yakalarına yapışın. Ufacık bir çabanız, inanın kocaman bir ormanın yok olmasını engelleyebilir.