29 Temmuz 2008
GEÇENLERDE yılın üçüncü Enflasyon Raporu kamuoyu ile paylaşıldı. Raporun verdiği genel izlenim, açık enflasyon hedeflemesi politikasının daha üçüncü yılı bitmeden enflasyon hedefini değiştirmek zorunda kalan para otoritesinin daha temkinli (tutucu) bir yaklaşım içinde olduğu. Merkez Bankası 2003-2006 arasında oluşturmaya başladığı itibarının bir bölümünü 2006 yılı ortasında çıkan çalkantılara tepki vermekte geç kalmasıyla yitirmişti. Enflasyon yeniden çift haneli oldu. 2006 yılı başında başlayan enflasyon hedeflemesi politikasının enflasyonu hedeflenen düzeylere getirememiş olması Merkez Bankası’nın itibarında yaşanan erozyonu hızlandırdı.
O aşamada, eski hedeflerde ısrar edip olmayacak duaya amin demek vardı. Bir başka seçenek enflasyon hedefini daha gerçekçi düzeylerde belirlemekti. Merkez Bankası doğru bir yaklaşımla ikinciyi seçti. Ama, yenilginin kabulü olduğundan, enflasyon hedefinin yukarı yönde değiştirilmesi Merkez Bankası’nın itibarını biraz daha zedeledi.
DAHA HASSAS
Taze başlangıç yapmak gerekliydi. Ama, eriyen itibarı yeniden kazanmak için, nedeni ne olursa olsun, yanlış yapma lüksü de kalmamıştı. Yılın ikinci Enflasyon Raporu, ama daha çok da son rapor bu kaygıları çok daha fazla içeriyor.
Son dönemde enflasyonun yükselmekte olduğunu Merkez Bankası kendi dışındaki etkenlere bağlasa da, enflasyonun yükselmekte olduğuna sessiz kalmaması gerektiğinin bilincinde. Geçen yılın son çeyreğinde sergilenen "cengaver" tutum bırakılmış görünüyor. Para politikasında sıkılaştırma da bundan kaynaklanıyor.
Döviz kurlarından enflasyona geçişin önemi giderek daha fazla vurgulanıyor. Özellikle, yılın ilk dört ayında yaşanan enflasyon artışında döviz kurlarındaki eğilime vurgu yapılıyor. Bu bakış açısı, Merkez Bankası’nın döviz kurlarındaki gelişmelere karşı çok daha hassa hale geldiği izlenimi veriyor.
Diğer kuruluşlar gibi, çeşitli varsayımlar altında Merkez Bankası da enflasyon tahminleri üretiyor. Çok doğru olarak, bu tahminleri, varsayımların çok fazla ayrıntılarına girmeden, kamuoyu ile paylaşıyor. Yılbaşından bu yana Merkez Bankası bu yıl sonu için tahminleri hep yukarı yönde güncelledi. Son güncellemeye göre, enflasyon tahmini tek haneden yüzde 10.6’ya yükseltildi.
Gelecek yılın güncellenmiş enflasyon hedefi (yüzde 7.5) göz önüne alındığında, para politikasında biraz daha sıkılaştırmanın gerekli olduğu ortaya çıkıyor. Merkez Bankası, petrol ve diğer emtia fiyatlarında aşağı yönde dramatik bir gelişme olmadığı sürece, yılın geri kalan kısmında para politikasını sıkılaştırmaya devam edecek gibi görünüyor.
DAHA HEDEF ODAKLI
Enflasyon Raporu’ndan edinilen genel izlenim Merkez Bankası’nın enflasyon hedefini geçmişe göre bu kez çok daha öncelikli gördüğü. Enflasyonu artırabilecek nedenler kendi dışında dahi olsa, para otoritesinin sessiz kalmayacağı açıkça ilan ediliyor.
Raporda, "... (dışsal) riskler gerçekleştiği takdirde, para politikası enflasyon hedeflerinden sapmayı en aza indirgemeyi amaçlayacaktır" denerek çok doğru bir yaklaşım sergileniyor. Kaybolan itibar ancak bu şekilde yeniden oluşturulabilir. Eğer gelişmeler çerçevesinde, Merkez Bankası çok tutucu davranmışsa, "enflasyonun hedeflere daha çabuk ulaşması" söz konusu olacaktır. Fiyat istikrarını var oluş nedeni gören bir para otoritesi ancak böyle davranabilir.
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2008
MASA başında ne denli şikayetçi olsak da, düşük döviz kurlarının giderek daha fazla müptelası oluyoruz. Kazara döviz kurları fırlasa, bugün döviz kurlarından şikayetçi olanlar da "ne oluyor, batıyoruz!" diye feryat etmeye başlayacaklar. Birçok açıdan, döviz kurlarının bu düzeylerde kalması hem mikro hem de makro dengelerin bugünkü düzeylerde devamının bir ön şartı haline geldi. Hatta, enflasyon hedeflemesine odaklanmış para politikasının da en önemli parametrelerinden biri oldu.
Döviz kurlarının farklı bir düzeyde ama daha yüksekte oluşmaya kalması (örneğin yüzde 30 yukarıda) elbette yeni dengelerin oluşmasını gerekli kılacaktır. Ama, yeni dengeler oluşurken, enflasyon hedeflemesi çökecektir. Şirketler batacaktır. Ekonomi ciddi bir daralma sürecine girecektir. Dolayısıyla, ekonomi döviz kurlarına şimdi çok daha hassas hale geldi. Bu alanda ekonominin geçmişe göre daha dayanıklı hale geldiğinden söz etmek şimdilik pek mümkün görünmüyor.
REEL SEKTÖR
Geçen hafta Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin bilançoları açıklandı. Bilançolarda herkesin dikkatini çeken nokta, şirket kárlarının çok önemli bir bölümünün döviz kurlarının düşmesiyle beraber şirket borçlarının düşmesiyle oluştuğu oldu. Yani, şirketlerin dövizde açık pozisyonu gerçekleştirilen kárların ana kaynağı görünümünde. Aynı, 2001 öncesi bankacılık sisteminin içinde bulunduğu duruma benzer resim söz konusu.
Elimizde herhangi bir veri yok ama, durum 500 büyük şirketin altındaki 5000 şirket için de çok farklı değil. İhracata yönelik üretim yapan şirketlerde de kárlar çoğunlukla üretim ve satıştan değil, döviz borçlarının yeniden değerlenmesinden kaynaklanıyor. Hatta, bazılarında, zararlar bu yolla kára dönüşüyor.
Bu şartlarda, döviz kurlarının yüzde 30-40 yukarı gitmesi bilançoları alt-üst edecektir. Kárlar zarara dönecektir. Bazı şirketler kredilerini çevirmekte zorlanacaktır. Üretim düzeyi kaçınılmaz olarak düşecektir. Bu açıdan, döviz kurlarının bu düzeyde kalması, hatta daha da düşmesi üretimin ve ekonomik büyümenin itici gücü durumundadır.
ENFLASYON
Enflasyon hedeflemesi açısından da durum farklı değil. Kurlardan enflasyona geçişin düşünüldüğü kadar azalmadığını 2006 yılının ortasında gördük. Merkez Bankası enflasyon hedeflemesi politikasında son şansını deniyor, elindeki son kozu kullanıyor. Hedef değiştirildikten sonra, nedeni ne olursa olsun, Merkez Bankası’nın enflasyon hedeflemesi politikasında bir kez daha başarısız duruma düşmesi bu politikanın çöpe atılması anlamına gelecek. Dolayısıyla, Merkez Bankası açısından döviz kurlarındaki istikrar eskiye göre çok daha önemli hale geldi. Bu konuda çok daha tutucu olmaktan başka seçeneği kalmadı. Para otoritesinin de böyle düşünüp düşünmediği çok önemli.
Döviz kurlarında rahatsız edici boyutlarda bir artış eğiliminin oluşması durumunda Merkez Bankası’nın nasıl bir tavır alacağını henüz bilmiyoruz. Ama, piyasalar bir dönemde Merkez Bankası’nın nasıl bir tavır alacağını mutlaka sınayacaklardır. Beklendiği gibi tepki verildiğinde, döviz kurları konusunda mali piyasalar ve reel sektör rahatlayacaktır. 2006 yılında olduğu gibi, "dalgalı kur sisteminde müdahale olmaz" anlayışıyla döviz kurlarındaki yukarı yöndeki harekete seyirci kalındığında, taşlar yerinden oynamış olacaktır. O takdirde, ne enflasyonla mücadeleden söz edebileceğiz, ne de ekonomik büyümeden.
Beğensek de, beğenmesek de, döviz kurlarının bu düzeylerine müptela olmuş durumdayız. O halde, kurları bu düzeylerde tutabilecek döviz girişlerinin devam etmesinden başka çaremiz yok. Enflasyonu kalıcı olarak düşüremediğimiz takdirde, bu durumdan çıkabilme şansımız da yok gibi.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2008
GEÇEN haftadan bu yana petrol fiyatları düşüyor. On gün öncesine kadar varili 150 doları zorlayan petrol fiyatları şimdi 120 dolarlara düşme eğilimine girdi. Bu aşamada, petrol fiyatlarının düşüyor olmasına çok sevinmek için zaman henüz erken. Düşüşün kalıcı olup olmadığı konusunda bir bilgimiz yok. Haberlere göre, petrol fiyatlarındaki düşüş talep kaygısından kaynaklanıyor. Halbuki IMF dahil, tahminlerini kamuoyu ile paylaşan uluslararası kuruluşlar küresel büyümedeki yavaşlamanın ilk tahminler kadar kötü olmayabileceğini vurguluyorlar.
Talep kaygıları tersine dönebilir. Gerçekleşmeler tahminler doğrultusunda olursa, son günlerdeki petrol fiyatlarındaki düşüşleri geçici olarak görmek gerekir. Petrolün fiyatını 150 dolara yaklaştıran dinamikler şimdi 120 dolarları deniyor. Ama, yeniden çıkış sürpriz olmaz. Benzer gelişmeleri geçen yılın ağustos ayında ve bu yılın ocak ayında da yaşamıştık. Belli bir düşüşten sonra çıkış çok hızlı olabiliyor.
TÜKETİCİYE YANSIMA
Petrol ürünleri dünyada en çok vergilendirilen mallardan biri. Devletlere hazır gelir kapısı durumunda. Petrol fiyatları arttıkça devletin bu alanda aldığı vergiler artıyor. Fiyat düştüğünde ise vergi oranları artırılarak fiyat düşüşleri tüketicilere aynen yansıtılmıyor. Bu yolla, devletler petrol ürünlerinden elde ettikleri gelirlerin petrol fiyatlarındaki düşüşe paralel azalmasını önlüyorlar. Zaten, bu alandaki vergilerin yüksek olması da biraz bu nedenden. Fiyat artınca, vergi oranları düşürülmüyor. Fiyat düşünce vergi oranları artırılıyor. Bizde petrol ürünlerinin en ucuz olduğu ülke konumundan en pahalı olan ülke konumuna bu yolla geldik.
Petrol fiyatlarındaki düşüşün kalıcı olması durumunda, bizim gibi ülkeler birçok açıdan daha iyi duruma gelecekler. Devlet petrol ürünleri üzerindeki vergileri artırsa dahi, petrol fiyatındaki düşüşler az çok tüketiciye de yansıyacaktır. Nakliye maliyetleri düşecektir. Alım gücü artacaktır. Enflasyon görünümünü olumluya çevirecektir.
Doğalgaz fiyatı petrol fiyatına endekslidir. Dolayısıyla, petrol fiyatlarındaki düşüşe paralel olarak doğal gaz fiyatı da düşme eğilimine girecektir. Enerji ithalatının faturası düşecektir. Bu anlamda, diğer şartlar değişmezse, ithalat artışı yavaşlayabilecek, hatta durabilecektir.
MALİYE NE YAPAR?
Petrol fiyatlarındaki düşüşün bizlere ne derece yaralı olacağı devletin petrol ürünleri üzerinden aldığı vergi ile oynayıp oynamayacağı ile yakından ilgili. Yılın ilk yarısına yönelik veriler kamu finansmanında olumlu bir tablonun varlığına işaret etse dahi, petrol fiyatlarının düşmesiyle oluşacak vergi gelirleri kaybına Maliye’nin tahammül etmesi zor görünüyor. Özel tüketim vergisi gelirlerinin yarısından fazlası petrol ürünlerinden alınan vergilerden geliyor. Örneğin, geçen yıl bu kalemden vergi tahsilatı 22 milyar YTL olmuştu. Bu yılın ilk yarısında 11.4 milyar YTL toplandı. Yılın tümünde de 25.6 milyar YTL gelir bekleniyor. Petrol fiyatının çok düşmesi bu hesapları alt-üst edebilir.
Bu şartlarda, petrol üzerinden alınan vergilerde bazı artışlar olabilir. Ama, bunun aşırıya kaçması durumunda, petrol fiyatlarındaki düşüşlerin çoğu tüketiciye yansıtılmadığında, bizler için petrol fiyatlarının düşmesinin fazla bir sevinilecek tarafı kalmıyor.
İthalat ve dış ticaret dengesi dışında, konunun bir de iç talep gelişmelerinden küresel likiditeye kadar uzanan diğer makro ekonomik sonuçları var. Fiyatlardaki düşüşlerin kalıcı olması durumunda bu konulara da ileride değiniriz.
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2008
HAZİNE’nin yaptığı iç borçlanma çok önemli evrelerden geçti. 2001 yılı öncesi hakim ekonomik mantık borçlanmanın da gerçek bir kaynak olduğu yönündeydi. Bu dönemde hem iç borçlar çok hızlı arttı hem de iç borçların ortalama vadesi çok düşüktü.
Borçlanmada ortalama vade borçlanmanın maliyeti kadar önemlidir. Toplam borç stokunuz değişmediği halde, borçlarınızın ortalama vadesi bir yıl ise, toplam borcunuzun tamamını bir yıl içinde yeniden borçlanarak ödemeniz gerekir. Ortalama vade iki yıl ise, borçlarınızın ortalama yarısını bir yıl içinde yeni borçlanma yaparak yeniden ödemeniz gerekecektir.
Kısacası, borç stokunun vadesi uzadıkça borçları çevirme hızı düşer. Buna karşılık, borç stokunun ortalama vadesi düştükçe, borçları çevirme hızı artar.
EĞİLİMLER
Grafikte 1998 yılından bu yana Hazine’nin nakit karşılığı yaptığı borç stokunun ortalama vadesi gösteriliyor. 1998 ve 1999 yıllarında Hazine’nin nakit karşılığında yaptığı iç borçların stokunun ortamla vadesi yaklaşık altı ay civarındaydı. Yani, Hazine toplam borçlarını yılda iki kez yeniden borçlanıp ödeme durumundaydı. Üzerine, çoğunluğu faiz ödemelerinden kaynaklanarak devam eden bütçe açıkları nedeniyle ek borçlanma yapmak zorundaydı.
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2008
2001 Krizi’nden sonra Türkiye ekonomisi geçmişte görülmemiş boyutlarda doğrudan yabancı sermaye yatırımları çekti. Bu dönemde, giderek artan cari işlemler açığının sorunsuz finansmanında doğrudan yabancı sermaye yatırımları çok önemli bir rol oynadı. Gelen yabancı sermaye yatırımlarının çoğu sıfırdan yatırımlar değil, kurulu şirketlerin yabancı yatırımcılar tarafından alınmasıyla gerçekleşti. Yabancı sermaye açısından iki önemli çekim noktası vardı. Çekim noktalarından biri özelleştirme, diğeri de finans sektörü oldu.
İleriye dönük yabancı sermaye akışında bundan sonra da özelleştirme önemli bir rol oynayacak. Ama, özelleştirmeler kadar önemli bir diğer alan yabancı sermayenin dikkatini çekecek başka sektörlerin yaratılıp yaratılamadığı olacak.
YENİ YILDIZLAR YOK
Merkez Bankası’nın yayınladığı uluslararası yatırım pozisyonu verilerine göre yurtdışındaki yerleşiklerin Türkiye’deki doğrudan yatırımları (yabancı ortaktan kullanılan krediler hariç) 2002 yılında 16.3 milyar dolardı. 2007 yılında 153.5 milyar dolar oldu.
Bu dönemde yurtdışı yerleşiklerin Türkiye’deki doğrudan yatırımlarındaki en büyük artış 103.9 milyar dolarla hizmetler sektöründe oldu. Hizmetler sektöründe de iki sektör başı çekti. 2002-2007 yılları arasında doğrudan yabancı sermaye artışı ulaştırma ve haberleşme sektörlerinde 41.4 milyar dolar, finans sektöründe 38 milyar doları buldu. Bu iki sektörde de 2002 yılında toplam doğrudan yabancı sermaye stoku 2 milyar dolardan azdı. Ulaştırma ve haberleşme sektörü çoğunlukla özelleştirmeler yoluyla yabancı sermaye çekti. Finans sektörü ise yabancı bankalar için parlayan yıldız oldu.
Ek istihdam yaratacak sıfırdan yabancı sermaye çekmeye aday sektörlerden olan imalat sanayi sektörü 2002-2007 yılları arasında ancak 27.7 milyar dolar kadar yurtdışı yerleşiklerin doğrudan yatırımlarını artırdığı sektör olmuş. Bu artışın büyük bir bölümü de gıda ürünleri, içecek ve tütün mamulleri üretimi (6.8 milyar dolar), ulaşım araçları imalatı (6.1 milyar dolar), kimyasal maddeler imalatı (4.8 milyar dolar) sektörlerinde gerçekleşmiş.
2008 yılının ilk beş ayında doğrudan yabancı sermaye girişleri, geçen yılın aynı dönemine göre, yüzde 45 düştü, 11.1 milyar dolardan 6.1 milyar dolara geriledi. Sektör bazında dağılım daha önceki yıllardan fazla bir farklılık göstermedi. Geçmişin yıldız sektörleri bir ölçüde doyuma ulaşıldığından eskisi kadar yabancı sermaye çekemediler. Yeni yıldız sektörler de yaratamadık. Geçen yıla göre gayrimenkul kiralama ve gayrimenkul satışları ilk beş ayda artmış görünüyor. Bu artışlar geçmişin yıldız sektörlerindeki yabancı sermaye girişindeki azalmayı karşılamaktan çok uzak.
TEKRARLAMAK ZOR
Sıfırdan yabancı sermaye arzulanan ölçülerde gelmiyor. Yabancı sermaye çekiminde yıldızlaşan sektörler ya büyük ölçüde zaten yabancı sektörün eline geçti ya da yabancı sermayenin daha önce de çok sıcak bakmadığı şirketler değişen uluslararası konjonktür içinde şimdi hiç çekici değiller. Örneğin, bankacılık sektörü tüm dünyada çekiciliğini kaybetti.
Türkiye ekonomisi, uluslararası konjonktürden bağımsız olarak, yabancı sermaye çekiminde çok daha önemli yapısal sorunlarla karşı karşıya. Bir başka ifadeyle, özelleştirme dışında, uluslararası konjonktür olumluya dönse dahi, Türkiye ekonomisinin son iki yılda gözlediğimiz doğrudan yabancı sermaye akımlarını yakın bir gelecekte gerçekleştirmesi zor görünüyor.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2008
EKONOMİK ve sosyal gelişmişlik ile üretimin pazar için yapılması arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Gelişme ancak üretimin pazara yönelik olarak yapılmasıyla sağlanır. Toplumlarda pazar için üretimi artırdıkça, nüfusun üretimde istihdamı da doğal olarak pazar için yapılan üretime kayar. Üretim arttıkça, istihdamın da artması beklenir.
Son yıllarda Türkiye’de genel bir istihdam sorunu yaşandığı biliniyor. Üretimde verimlilik arttıkça, işgücü piyasasındaki katılıkların da etkisiyle, istihdam artışı çok sınırlı kaldı. Kadın istihdamı ise toplamda azaldı. Özellikle kırsal kesimde, çalışabilir kadın nüfusu artmaya devam ederken, kadınlar üretimden giderek daha fazla dışlandılar.
İŞGÜCÜNE KATILIM
Türkiye’de istihdam verilerini uzun dönemli takip etmek çok zor. İstatistiklerde sınıflamalar değişiyor. Nüfus sayım metodolojisi değiştiğinden, toplam nüfus ve dolayısıyla çalışabilir nüfus istatistikleri değişiyor. Geriye doğru düzeltmeler de kamuoyu ile ayrıntılı paylaşılmadığından, veriler geriye götürülmediğinden, örneğin son yedi yılda yaşanan eğilimleri resmi istatistiklerden tutarlı bir biçimde takip etmek olanaksız oluyor.
Çeşitli varsayımlar altında yeni nüfus büyüklüklerini veri alarak 2007 yılı öncesi istihdam verileri yeniden oluşturulduğunda, doğal olarak belli bir hata yapılmış olsa da, ilginç eğilimleri gözlemek mümkün oluyor.
Kadın nüfusun işgücüne katılma oranı Türkiye’de çok düşük. Çalışabilir kadın nüfusun yaklaşık yüzde 25’inin işgücüne katıldığı, yani istihdam edildiği ya da iş aradığı hesaplanıyor. Bu oran kentlerde yüzde 20’ye kadar düşerken, kırsal alanlarda yüzde 33 kadar. Kırsal alanlarda kadının işgücüne katılımı daha fazla görülüyor.
Bu veri kırsal alanlardaki kadınların kentlerdeki kadınlara göre pazar ekonomisine daha yakın olduğu anlamına gelmez. Kaldı ki, 2000-2001 yıllarında kırsal kesimdeki çalışabilir yaştaki kadınların yüzde 41’i işgücüne katıldığı hesaplanırken, bu oran 2006-2007 yıllarında ortalama yüzde 33’e düşmüş görünüyor. Aynı dönemde kentlerdeki kadınların işgücüne katılma oranı yüzde 17’den yüzde 20’ye yükselmiş.
FARK BÜYÜK
Grafiklerde 2000 yılından bu yana kentlerdeki ve kırsal alanlardaki çalışabilir kadın nüfusu (sağ eksen) ile istihdam edilen kadınların (sol eksen) sayıları gösteriliyor.
Kentlerde 2000-2001 yılları ile 2006-2007 yılları arasında ortalama çalışabilir kadın nüfusu yüzde 15 artarken, istihdam edilenler ortalama yüzde 30 artmış. Gelinen nokta hala sevindirici değil, ama gelişme olumlu yönde. Kentlerde çalışabilir erkek nüfusun yüzde 70’i işgücünde görünüyor. Fark çok fazla.
Kırsal alanlarda çalışabilir kadın nüfusundaki artış oranı yüzde 4 civarında. Buna karşılık aynı dönemde istihdam edilen kadın sayısı yüzde 18’den fazla düşmüş görünüyor. Kırsal alanlarda çalışabilir erkek nüfusun 73’ü işgücü piyasasında. Kırsal alanlardaki erkek istihdamı da düşüyor ama düşüş yüzde 8 civarında. Burada da fark büyük.
Kadının işgücüne katılımı ve istihdamı Türkiye’nin kanayan yarası. Bu yaranın kanamaya devam etmesi ülkenin ekonomik ve sosyal gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biri. Bu engelin aşılması için önerilen kadınlara yönelik "pozitif ayırımcılık" yaklaşımı ise çok gerçekçi görünmüyor. Önce, kadını işgücü piyasasına çekmenin yollarını aramalıyız. Ardından kadınların istihdamı için kafa yormalıyız.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2008
BANKALARLA müşterileri arasındaki ilişki çok özeldir. Bankalar müşterilerinin mali servetlerini (tasarruflarını) saklayan ve değerlendiren kurumlardır. İlişkiyi çok özel yapan da zaten işin bu yanıdır. Bu açıdan, bankaların sermayedarlarından önce, banka müşterilerine sorunlulukları vardır. Sermayedar bir koyarken, bankaya emanet edilen para ondur. Bankanın başına bir şey geldiğinde, sermayedar bir kaybederken, banka müşterisi on kaybedebilir.
Bankalarla müşterileri arasındaki özel ilişki açıklık ve şeffaflık gerektirir. Karşılıklı itimadın oluşması şarttır. Birinin diğerini kandırdığı izlenimi hiçbir biçimde yaratılmamalıdır. Aksi takdirde, bu yöndeki izlenimler bankaları yaralar. Müşterilerin mali sisteme olan güvenini aşındırır.
Bütün bunlar bilindiği halde, bankalarımızın müşterileriyle olan ilişkilerinin bu ilkeler doğrultusunda geliştiğini söylemek zor. Bankaların haklı olduğu bir konuda dahi, ilişkilerin bozukluğu ve çarpıklığı nedeniyle bankalar haksız durumlara düşebiliyor.
Bankaların haklılığını savunmak suç üstü yakalanan hırsızın masumiyetini savunmaya benzetilebiliyor. İşin acı tarafı, bu yaklaşım yalnızca genel bir izlenim olmaktan çıkıp hukuki kararlara dahi yansıyabiliyor.
HAKLIYKEN HAKSIZ OLMAK
Birçok banka mevduat müşterilerinden hesap işletim ücret almaya başladı. Banka ile müşterisi arasındaki ilişki ticari bir ilişkidir. Banka, mevduat kabulü yoluyla müşterisine bir hizmet vermektedir. Bu hizmetin karşılığını almalıdır. Kaldı ki, müşteriler de paralarını bankalara karşılıksız emanet etmiyorlar.
Banka-müşteri ilişkileri ilkeleri açısından sorun bankaların hesap iletim ücreti almaları değil. Sorun, bankaların bu ücreti müşterilerini yeteri kadar önce uyarmamış olmaları. Sorun, ücreti kabullenmeyen müşterilerine paralarını çekip götürmelerine olanak tanımamış olmaları. Bu nedenle de bankalar haklı oldukları bir konuda haksız duruma düşüyorlar.
Aynı şekilde, kredi kartlarından bankaların talep ettikleri yıllık ücret de, ticari açıdan haklı oldukları halde, bankaları haksız duruma düşürüyor. Bazı bankalarımız kredi kartları işini geliştirmek için öne yıllık ücret talep etmediler. Kartlar kullanılmaya başlayıp da beki bir müşteri kitlesine ulaşınca, yıllık ücret talep edilmeye başlandı. Ama, müşterilere, yıllık ücreti kabul etmedikleri takdirde, ücret ödemeden kredi kartını iade edebilme olanağı tanınmadı. Bazı durumlarda önceden haber verilmedi.
HUKUKİ GEREKÇE
Bu yaklaşımlarıyla bankalarımız müşterilerini aldatıyor konumuna giriyorlar. Gerçekten de bazı durumlarda açıkça aldatıyorlar. Bankalara karşı bir düşmanlık doğuyor. Sanki, bir bankanın önünden geçerken müşterilerin cüzdanlarının yerinde durup durmadığını kontrol edeceği bir durum yaratılıyor. Halbuki, tam tersi olmalı. Müşteriler bankalarına ve bankacılık sistemine güvenebilmeli.
Bankalarımız müşteri güvenini kazanmak zorundalar. Müşterilerine karşı tavırlarını değiştirmek zorundalar. Ama, bunların hiçbiri, genel bir kural olarak, devletin hukuk sisteminin bankalar ile müşterileri arasına girip bankalarca belli ücretlerin alınıp belli ücretlerin alınamayacağına karar vermesini haklı kılmaz. Hukuki haksızlık ya da haklılık ancak işlem bazında belli bir olay hakkında tespit edilebilir.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2008
SON dönemde Amerikan ekonomisi hakkında o kadar çok yazdım ki, kendimi bir Amerikan gazetesinde yazıyormuşum gibi hissetmeye başladım. Belki, sizler de artık "Amerikan ekonomisinden bize ne, kendi ekonomimizi irdelesene" demeye başladınız.
Haklı olabilirsiniz. Ama, Amerikan ekonomisinde yaşanan çalkantıların geldiği boyut kaçınılmaz olarak tüm dünya ekonomilerini etkileyebilecek düzeyde. Türkiye ekonomisi de böyle bir etkileşimden fazlasıyla nasibini alabilecektir. Dolayısıyla, Amerikan ekonomisinin zorluklarını irdelemek küresel bazda bazı riskleri de irdelemek anlamına geliyor.
FAİZ ARTIRIMI ÇÖZÜM MÜ?
Elden geldiğince, ekonomik büyümeden fedakarlık etmemek için Amerika kredi krizini para basma yoluyla aşabileceğini düşündü. Basılan para kredi krizine kalıcı bir çare olmadığı gibi, doların değerinin düşmesine paralel petrol fiyatlarının daha da artmasıyla enflasyonu büsbütün tetikledi.
Amerika’da tüketici fiyatlarındaki enflasyon yıllık yüzde 5’e dayandı. Üretici fiyatlarındaki enflasyon ise yüzde 9’u aştı. Enflasyonun daha da artacağını Amerikan Merkez Bankası da (FED) bekliyor. Normalde, böyle bir ortamda, FED’in kısa vadeli faizleri artırması beklenir. Ama, durum hiç de normal değil.
Kredi krizinin ortasında bankaların önemli oranda kısa vadeli borçlanıp uzun vadeli krediler verdiğinin farkına varıldı. Son dönemde bu stratejiyi abartan finansal kurumların hisse senetleri değerleri hızla düşmeye başladı. Bunların arasında kurtarılmaya çalışılan iki konut kredisi toptancısı F&F de var.
FED kısa vadeli faizleri enflasyonla mücadeleye yönelik olarak artırsa, finansal sistemin elinde kalması olasılığı hiç de küçük değil. En azından, ses getirecek birkaç banka batışı yaşanabilir. Zaten güven bunalımı içindeki finansal sistem çok daha ağır şartlarla karşı karşıya kalabilir. Bugün yaşanan "balon patlaması" olgusunun bir nedeni de faizlerin artması değil miydi?
İlk başlarda ekonomik büyüme adına kısa vadeli faizleri indiren FED, şimdi ekonomik büyümeyi bir tarafa bırakmaya razı. Büyük bir olasılıkla enflasyonla mücadeleye daha fazla önem verme niyetinde. Ama, finansal sistemin içinde bulunduğu şartlar enflasyonla mücadeleyi neredeyse olanaksız kılıyor. FED’in elinde enflasyon risklerine karşı "faiz silahı" diye bir silah kalmıyor. Bu nedenle de, FED’in, en azından önümüzdeki 5 ay içinde, kısa vadeli faizleri artırması çok olası görülmüyor.
ENFLASYON DÖNEMİ
Bu şartlarda, Amerika’da enflasyon daha da artacak. Doların daha da değer yitirmesi hiç de küçük bir olasılık değil. Dünya dolar borçlanıp dolar dışında varlık biriktirme sürecini hızlandırabilir. Bu süreç doları daha da zor durumlara sokabilir. Zamanla dolar kuruna müdahaleler dahi yapılabilir. Müdahalelerin arzulanan sonuçları vermesi ise uzak bir olasılık.
Amerika’da bunlar yaşanırken, Euro’nun dolar karşısında daha fazla değer kazanması da Avrupa’nın işine gelmeyecektir. Özellikle, yükselen Euro’ya ayak uyduramayan Avrupa ülkeleri seslerini daha fazla çıkaracaklardır. Bu da bir noktada Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) kısa vadeli faizleri artırarak enflasyonla mücadele edebilme olanaklarını kısacaktır. Aynı hızda olmasa dahi, Avrupa’da da enflasyonun bugünkü düzeylerinden daha yüksek olması şaşırtıcı olmayacaktır. Euro Bölgesinde tüketici enflasyonu yüzde 4’e gelirken, sanayi malları fiyatları yüzde 7’yi aştı. Bu rakamlar AMB için kabul edilebilir düzeylerin çok üzerinde.
Gelişmiş ülkelerde enflasyon zaten yüksek. Daha da yükselecek gibi görünüyor. Dünyada enflasyon artarken, Türkiye’de enflasyonla mücadele daha da zorlaşacaktır.
Yazının Devamını Oku