9 Aralık 2008
EKONOMİK durgunluk süreci bir kez başladığında, sürecin ekonomik birimlerde yarattığı ruh hali ekonomik durgunluğun çözümünü zorlaştıran en büyük etken oluyor. Nedir bu ruh hali?
Özel kesim yatırım ve tüketim harcamalarını azaltıyor, tasarruflarını artırma çabasına giriyor. Özel kesim içinde önemli bir yer tutan hane halkları zorunlu olmayan harcamalarını azaltıyor, hatta tümden kesiyor. Dayanıklı tüketim malları taleplerini erteliyor. Birikimlerini artırma çabasına giriyor. Hane halklarında ilerideki dönemde işsiz kalıp kalmayacağı kaygısı yoğunlaşıyor. Gelirlerinin düşüp düşmeyeceğinden kaygılılar. Haklılar.
Özel kesimin ikinci ayağı olan şirketler de benzer bir çaba içine giriyorlar. Şirketler yatırım projelerini erteliyorlar. Mümkün olabildiğince, yatırım harcamalarını kısıyorlar. Hane halklarının düşen talebi karşısında üretimlerini azaltma eğilimine giriyorlar. İstihdamı azaltmaya çalışıyorlar. Onlar da haklılar. Aksi takdirde, zararları büyüyecek, sermayeleri eriyecek ve batacaklar. Bazıları bu önlemleri alsa bile batıyor.
Özel kesim içinde şirketlerle hane halkları arasında aracılık faaliyeti yapan bankacılık kesimi de ekonomik durgunlukta benzer bir ruh halini yaşıyorlar. Bankalar için en önemli sorun müşterilerini yeni ekonomik şartlar içinde artık eskisi kadar tanıyamamaları. Hane halklarına kredi vermek istiyorlar, ama kimlerin yarın işsiz kalıp aldığı krediyi geri ödemekte zorlanabileceğini tahmin edemiyorlar. Devlette memur olmak böyle dönemlerde büyük bir avantaj oluyor.
Bankalar şirketlere de kredi vermek istiyorlar. Ama, şirketlerin mali durumu konusundaki belirsizlikleri çözemiyorlar. Bugün kredi vermek istedikleri bir şirkete ait bilançolar ve gelir-gider hesapları en iyi olasılıkla eylül sonu itibariyle düzenlenmiş oluyor. Eylül bilançosu verebilen şirket sayısı çok az. Haziran hesaplarını alabiliyorlarsa, bankalar kendilerini şanslı görebilirler.
Eylül ayından bu yana döviz kurları yüzde 20’den fazla arttı. Satışlar düştü. Dış talebin daralmasıyla ihracat zorlaştı. Bütün bunların şirketlerin bilanço ve kar-zararlarına etkileri bankaları korkutuyor. Geçmişte kredi verdikleri şirketlerin bazıları zaten zora girmiş durumda. Çekleri ödenmemeye başlıyor. Kredi taksitlerinin ödenmesinde gecikmekler yaşanıyor. Bazı şirketler battıklarını açıklıyorlar. Bankalardaki batık kredi miktarı artıyor. Bankalar sermayeden yemeye başlıyorlar.
Bankaların kredi portföylerinin sağlığının bozulması şirketlere bakış açılarını olumsuz etkiliyor. Fırtınada içinde köşeye çekilip sermayelerini korumak bankalar için en tercih edilen durum oluyor. Onlar da haklılar.
HERKES HAKLI
Herkes haklı. Ama, ekonominin en önemli parçası olan özel kesimin bireyleri haklı olarak kendini korumaya yönelik önlemler aldığında, durgunluğun ruh haliyle birbirlerinin durumunu daha da bozarak ekonomik daralmayı daha da derinleştiriyorlar.
Zincirin başlama noktasını bulmak zor. Bankaların aldığı önlemler şirketleri zor duruma sokuyor. Zincirleme etki ve tepki aynı anda oluyor. Şirketlerin aldığı önlemler hane halklarını olumsuz etkiliyor. Hane halklarının aldığı önlemler şirketleri zorluyor. Şirketler kesiminde bataklar arttıkça bankalar zorlanıyorlar. Bankalar kendini korumaya almaya çalışınca şirketler faaliyetlerini finanse edemez durumda kalıyorlar.
Bugün Hürriyet’te son yazımı okudunuz. On yıla yakın süredir yazılarıma bazılarınız kızdınız. Bazılarınız yazılarımı çok beğendiniz. Tepkilerinizle beni daha çok çalışmaya daha iyi yazmaya teşvik ettiniz. Tüm okurlarıma, kızanlara da, yazılarımı beğenenlere de teşekkür ediyorum.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2008
AMERİKA’dan başlayıp tüm dünyayı saran ekonomik kriz daha çok can yakacak gibi görünüyor. Krizin kısa sürede bitmesine yönelik alınan ve alınması tasarlanan önlemlerin ne derece etkili olacağı bilinmiyor. Galiba, krize sihirli çözüm bulmak zor. Bu yılın ortasında ekonomiyi uyarmak için Bush İdaresi’nin uygulamaya koyduğu vergi iadesi beklentilerin aksine hiçbir işe yaramadı. Aslında yaramaması doğaldı, beklentiler abartılıydı. Amerikalıların yüzde 60’ı aldıkları vergi iadesini olduğu gibi bankaya yatırmışlar. Halbuki, devletten parayı alanların harcamalarını artırmaları bekleniyordu.
HİÇBİR ŞEY YAPILMASA
Söylentilere göre, yılbaşından sonra göreve gelecek Obama İdaresi düşük ve orta gelirlilerin vergilerini düşürmeyi tasarlıyor. Aynı zamanda, alt yapı yatırımlarının artırılmasıyla da ekonominin uyarılması gündemde. Vergi indirimleri ve harcama artırımlarıyla Amerika’nın bütçe açığının gelecek yıl 1 trilyon doları geçmesi bekleniyor. Amerikan devleti gelecek yıl milli gelirlerinin yüzde 10’u kadar yeni borçlanma yapmak zorunda kalacak. Almanya’da da benzer bir durum var.
Devletin büyümesi çoğu zaman özel sektörün küçülmesi anlamına gelir. Bugüne kadar ekonomik büyümenin motoru durumunda olan özel sektörün devletle yer değiştirmesiyle ekonomiyi büyütüp büyütmeyeceği tartışmalı. Ayrıca, her hafta yeni paketler açılarak ekonomik birimlerin kafaları giderek daha fazla karışıyor. Kaldı ki, sırada kurtarılmayı bekleyen şirket ve sektörlerin akıbeti de henüz belli değil.
Bu şartlarda, ekonomiyi uyarmaya yönelik önlem paketleri ekonomiyi uyarmaktan çok ekonomik dalgalanmalar yaratıyor. Genel eğilim ise aşağı yönde. Ekonomi yazınında çok yer bulan devletin özel sektörü piyasalardan dışlaması (crowding-out) olgusu bugünlerde tüm açıklığı ile yaşanıyor. Faizlerin düşürülmesi buna ilaç olamıyor.
Bunca kafa karışıklığı içinde, "hiçbir şey yapılmasa ne olur?" sorusunu sormak gerekiyor. Belki, hiçbir şey yapılmasa, ekonomik birimler içinde yaşadıkları kurallar içinde daha çabuk çözümler üretebilecekler. Ekonomi elbette küçülecek, işsizlik artacak. Ama, her gün yeni bir duruma yönelik oluşan beklentilerin yarattığı dalgalanmalar olmayacağından, belki işsizlik daha az artacak, krizin maliyeti daha az olabilecek.
DURGUNLUĞUN RUH HALİ
Ekonomik durgunluk sürecinde devletin para ya da maliye politikaları yoluyla doğrudan müdahale edemediği en önemli alan özel sektörün yatırım harcamalarını kesmesi oluyor. Yatırım harcamalarının kesilmesi ekonomide hem toplam talebi düşürürken hem de ekonominin ileride büyüme şansını kısıtlıyor. Bu süreci kısa dönemde faizleri düşürme yoluyla tersine çevirmek de mümkün olamıyor.
Dikkat edilirse, dünyanın en büyük şirketleri her gün yatırım harcamalarını kestikleri ve istihdamı azaltmayı planladıkları konularında açıklamalar yapıyorlar. Türkiye’de de durum aynı. Şeffaflık daha az olduğundan, Türkiye’de benzer haberleri aynı yoğunlukta duyamıyoruz. Bu olguyu küresel düzeyde bir süre daha yaşayacağız.
Ekonomik durgunluk psikolojisi (ekonomik durgunluğun ruh hali), ekonomi politikalarının kendisinden çok, politika uygulamalarının kararlılığı, tutarlılığı ve inandırıcılığı ile dağılabiliyor. Henüz bu aşamadan uzağız.
İyi bayramlar dilerim.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2008
GEÇEN perşembe günü Wall Street Journal’da George Kopits imzalı, "Macaristan’ın Maliyesini Kurtarmak" (Saving Hungary’s Finances) başlıklı bir yazı yayınlandı. Makale önce Macaristan ekonomisinin çok olumlu olmayan kısa geçmişini özetliyor. Ardından, IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Topluluğu ile ortaklaşa oluşturulan, Macaristan ekonomisini istikrara kavuşturmaya yönelik uygulamaya konan programdan söz ediyor. Programın orta-uzun vadeli sonuçları olacak en önemli ayağı bir yıl boyunca tartışılıp yasalaşan "Mali Sorumluluk Kuralları" olduğunu belirtiyor. Bizde popüler olduğu şekliyle, bu yasa maliye politikalarına bazı kurallar getiriyor.
KURALLAR
George Kopits Türkiye ekonomisini çok yakından bilen ve takip eden bir iktisatçı. 1980’lerin ilk yarısında Türkiye ekonomisini takip eden IMF iktisatçıları arasındaydı. Türkiye ekonomisi üzerine çeşitli yazılar yayınladı. Sonunda, IMF’nin Türkiye Misyonu’nun başı oldu. Bir ara IMF’nin maliye politikaları ile ilgilenen bölümünde çalıştıktan sonra Macaristan’da IMF temsilcisi olarak çalıştı. Bir süre özel sektörde çalıştıktan sonra şimdi hem üniversitede dersler veriyor hem de Macaristan Merkez Bankası’nın Para Politikası Kurulu üyeliği yapıyor.
Kopits’in yazdığına göre, Macaristan’ın mali sorumluluk kuralları dört maddede özetlenebilir:
1- Devlet bütçesi her yıl faiz dışı fazla vermek zorunda (fazlanın milli gelire oranı verilmiyor). Faiz haricinde hiçbir harcama kalemi reel olarak milli gelir büyümesinin yarısından fazla artamaz.
2- Bütçede herhangi bir ödeneğin artırılması teklifi, aynı miktarda vergi gelirleri artışı yaratacak vergi oranları artışları ya da aynı miktarda bir başka ödeneğin azaltılmasıyla yapılabilir. Orta dönemli bütçe hedefleri beklenmeyen harcama artışları veya gelir kayıpları ile uyumlu hale getirilecek.
3- Bütçe uluslararası kabul görmüş muhasebe standartları ve raporlamaları ile uyumlu hale getirilip maliye politikalarında şeffaflık artırılacak.
4- Üç kişiden oluşan, teknik kişilerle desteklenen bağımsız bir kurul hükümetlerin bu kurallara uyup uymadığını denetleyecek.
Birinci kural devlet harcamalarının milli gelir içinde artmalarını önlemeye yönelik. İkinci kural bütçe uygulaması sırasında bütçenin borçlanma ihtiyacının gelişi güzel değişmesinin önüne geçmeye çalışıyor. Üçüncü kural şeffaflığın artırılmasıyla tüm kamuoyunun bütçe uygulamalarını yakından takip etmesini kolaylaştırıyor. Dördüncü kural ise bütçe denetim yetkisini bir anlamda Meclis’ten alıp üç kişilik bağımsız bir kurula veriyor.
Yasanın koyduğu son kural yıldan yıla bütçe yapıp hiçbir zaman yılın başında yapılan bütçe içinde kalamayan, iki yakasını bir araya getiremeyen ülkeler için işlevsel açıdan doğru bir yaklaşım olabilir. Ama, demokratik kurallar açısından Meclis’in bütçeyi denetleme yetkisini kendi dışında bir başka organla paylaşması, siyasal bilimler açısından herhalde tartışmalıdır.
ANLAŞAMIYOR MUYUZ?
Kopits, makalesinin sonunda Macaristan’ın bu uygulamasının diğer ülkelere de örnek olabileceğini savunuyor. "Mali alkolik" olarak tanımladığı ülkelerde (örneğin Arjantin, Ekvator ve Venezüella) bu kurallar manzumesinin önce kabul edilip sonra terk edilmesi ya da sulandırılması krizlere neden oluyor. Buna karşılık, kuralların ciddiyetle uygulandığı Brezilya, Şili gibi ülkelerde mali sorumluluk kuralları ülkenin risk primini düşüren bir etki yapıyor. Kopits Türkiye’nin de bu çeşit kuraları uygulamaya koymasını yararlı görüyor.
IMF ile yapılan görüşmelerde kurallara dayalı maliye politikası yaklaşımının tartışıldığı biliniyor. Anlaşmakta zorluk çekilen noktalardan biri de bu çeşit mali kurallar olabilir.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2008
KASIM ayı enflasyonu beklentilerden çok daha iyi çıktı. Beklentilerin olumsuz olmasının en önemli nedenleri döviz kurlarının artması ve elektik/doğal gaz zamlarıydı. Veriler döviz kurlarındaki artışın enflasyona beklendiği kadar olumsuz yansımadığını gösteriyor. Elektrik/doğal gaz zamlarının ise petrol ürünleri ve diğer hammadde fiyatlarındaki düşüşlerle telafi edildiği anlaşılıyor. Kasım ayında tüketici fiyatları geçen yılın aynı ayına göre yüzde 0.8 arttı. Üretici fiyatları aynı dönemde yüzde 0.03 düştü. Son on iki ayda tüketici fiyatları enflasyonu yüzde 10.8 olurken, üretici fiyatları enflasyonu yüzde 12.2 olarak gerçekleşti. Gelecek yılın hedefiyle karşılaştırıldığında ve ileriye dönük riskler göz önüne alındığında, son on iki aylık enflasyon hala yüksek bir düzeyde seyrediyor.
KUR-FİYAT İLİŞKİSİNDE GECİKME
Kasım ayına yönelik enflasyon verileri sevindirici. Verilerin sevindirici olmasının arkasındaki en önemli etkenin ekonomik durgunluk (iç talep çöküşü) olduğu anlaşılıyor. Döviz kurları (0.5 dolar + 0.5 Euro) kasım ayında ortalama yüzde 5.1, son iki ayda ise yüzde 20.4 arttığı halde, fiyat istatistiklerinde önemli bir olumsuzluk yaratmadı. İç ve dış talebin ciddi ölçülerde daralması döviz kurlarından fiyatlara olan geçişi çok sınırlandırdı. Tüketici ve üretici fiyatları endekslerinde aynı olgu yaşanıyor.
Önümüzdeki dönemde bu durum değişebilir. İç talepteki durgunluk devam etse dahi, toptancılar da, perakendeciler de döviz kurlarındaki artışı satış fiyatlarına yansıtmak zorunda kalabilirler. Dolaysıyla, iç talepteki durgunluk döviz kurlarından fiyatları geçişi bir süre için geciktirmiş olabilir. Ama, kurlardan fiyatlara geçişin bu aşamada tümden zayıfladığını, hatta yok olduğunu iddia etmek biraz zor.
Temel enflasyon dinamiklerinde kayda değer bir yumuşama olduğunu iddia etmek de zor. Para politikasının etki alanında olduğu düşünülen fiyatların ortalamalarından oluşan I endeksi kasım ayında bir önceki aya göre yüzde 0.92 arttı. Ortalama enflasyonun arttığı bir dönemde, geçen yılın kasım ayında da I endeksindeki aylık artış 0.92 olmuştu. Döviz kurlarına hassas mal fiyatları ile döviz kurlarına o denli hassas olmayan mal fiyatlarındaki gelişmeler I endeksindeki ortalama fiyat gelişmelerini dengelemiş gibi görünüyor. Kurlarda istikrar sağlandığı takdirde, temel enflasyondaki iyileşme belli bir gecikme ile belirginleşebilir.
FAİZ İNDİRİMLERİ NEYİN İLACI?
Kasım ayı enflasyon verilerinin beklenenden düşük çıkmasının en önemli yanı enflasyon beklentilerini olumlu etkilemesi olacaktır. Bu yıl sonunda enflasyonun yüzde 12’nin üzerinde olması (geçen aya kadar veriler bu yönde bir beklenti yaratıyordu) yerine yüzde 11 civarında gerçekleşme olasılığının çok yükselmesi gelecek yıla yönelik beklenti idaresini biraz daha kolaylaştıracaktır. Şimdilik sevinelim, ama şımarmayalım.
Son enflasyon verileri, derinleşme yolunda olan ekonomik durgunluk ve petrol dahil diğer hammadde fiyatlarındaki yumuşamayla birlikte kısa vadeli faizlerin indirilmesi olasılığını artırdı. Buna karşılık, küresel belirsizlikler artarak devam ediyor. Bu aşamada para politikası faizindeki indirimler, tüm dünyada olduğu gibi, bizde de ekonomik durgunluğun aşılmasına bir ilaç değil, finansal piyasalardaki portföy değişikliklerini kolaylaştıran bir araç olacaktır. Portföylerde Hazine bonolarının payının artması kaçınılmazdır.
Bu konuyu bir başka yazıda irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2008
2002 yılından bu yana ekonomide gözlenen bazı eğilimler son aylarda sert bir biçimde değişme sürecine girdi. Değişimin ilk işaretleri yılın ikinci üç ayındaki milli gelir verilerinde görüldü. Şimdi, ekonomik faaliyetlerdeki yavaşlama, hatta gerileme dış ticaret verilerinde de açıkça görünüyor. Ekim ayı itibariyle son on iki ayda ihracatımız 136 milyar dolara, ithalatımız ise 211 milyar dolara geldi. İhracat ve ithalatımızın toplamından oluşan dış ticaret hacmi 350 milyar dolara yaklaştı. Dış ticaret hacmi milli gelirimizin neredeyse yarısı.
Dış ticaret hacminin milli gelire göre yüksek olması ekonominin dışa açılmasının göstergelerinden biri. Dışa açılmanın yoğunlaşması ekonomiyi, yalnızca finansal piyasalar yoluyla değil, reel sektör yoluyla da dış şoklara da daha duyarlı hale getiriyor. Bu yılın ikinci yarısından sonra da bu olguyu olumsuz anlamda daha yoğun yaşamaya başladık.
İTHALAT VE İHRACAT DÜŞÜYOR
Yıllık bazda bu yılın ikinci yarısından itibaren hem yatırım malları hem de tüketim malları ithalatındaki büyüme düşmeye başladı. Son üç ayda (ağustos-ekim) ise, yatırım malları ithalatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 1.3 düşerken, tüketim malları ithalatındaki artış yüzde 3.9’a kadar geriledi. Yalnızca ekim ayında, geçen yılın aynı ayına göre, yatırım malları ithalatı yüzde 12.8 düşerken, tüketim malları ithalatı yüzde 14 geriledi.
Bu veriler ekonomideki yılın ikinci yarısında yatırım talebinin de, toplam talebin de hızla düşme eğilimine girdiğine işaret ediyor. Ağustos ayı ile beraber petrol fiyatlarının düşmesi ara mallar ithalatı yoluyla toplam ithalatın da düşmesine neden oldu. Elimizde son aylara yönelik veriler olmasa da, temmuz ayında ton başına ham petrol maliyeti 933 dolarken, ağustos ayında 788 dolara düştüğünü görüyoruz. Eylül ve ekim aylarında ham petrol maliyetinin daha da hızlı düştüğünü görmek şaşırtıcı olmayacak.
Sonuçta, bu yılın eylül ayına kadar aylık bazda yüzde 20’nin üzerinde artan toplam ithalat ekim ayında, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 4.8 düştü. İthalattaki düşüşün tümü ekonomik faaliyetlerin duraksamasından ve petrol maliyetinin düşmesinden kaynaklandı. Dış ticaret açığının azalması açısından bu gelişme olumlu kabul edilebilir. Ama, ithalata paralel olarak ihracat da azalıyor. Eylül ayına kadar her ay yüzde 30-40 dolayında artan ihracat ekim ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 3.1 düştü. Dolayısıyla, dış ticaret açığındaki daralma ithalattaki düşüş kadar olmadı.
DERİNLEŞEN DARALMA
Bu yılın eylül ve ekim aylarında toplam 10.4 milyar dolar dış ticaret açığı verdik. Geçen yılın aynı aylarındaki toplam dış ticaret açığı 11.2 milyar dolardı. Yani, iki aydaki dış ticaret açığındaki azalma 800 milyon dolar civarında geçekleşti. Yıllık dış ticaret açığının 75 milyar dolar olduğu düşünülürse, son iki ayda dış ticaret açığındaki azalma çok yetersiz olarak görülebilir.
Dış finansman olanaklarının kısıldığı, küresel talebin düştüğü bir ortamda, dış ticaret açığının geldiği düzey sürdürülemeyecek kadar yüksek. Dolayısıyla, önümüzdeki aylarda, ithalatın daha da düşmesi beklenmeli. İhracatın hızla düştüğü bir ortamda ithalattaki düşme gereği daha da fazla oluyor. Düşen ithalat ise ekonomik faaliyetlerin daha da daralması sonucu olacak. Kısacası, önümüzdeki aylar ekonominin derinleşerek daralmaya devam edeceği bir dönem olacak gibi görünüyor.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2008
KÜRESEL durgunluktan çıkabilmek için her ülke kendine göre bazı önlemler almaya çalışıyor. Genel eğilim, tüm ülkelerin para ve maliye politikalarını gevşetmeleri yönünde. Bütçe kısıtı bazı ülkelerde önemini yitirdi. Hem ekonomiyi canlandırmak hem de zora giren şirketleri (bankalar dahil) kurtarmak için devletler kesenin ağzını açtı. Para politikalarını gevşettiler. Bu ülkelerin en önemli ortak noktaları paralarının dünya ticaretinde "değişim aracı" ve "değer birimi" olarak kullanılması. Yani, bu ülkelerin paraları konvertibl. Amerika ve Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri bu grupta.
Krizle mücadeleye aktif olarak katılan bir diğer grup ülke dış ticaret fazlası veren, geçmişte hızla döviz rezervleri biriktirebilmiş gelişmekte olan ülkeler. Bunların başında Çin geliyor. Onlar da para politikalarını gevşetiyorlar. Henüz daha bir şey yapmadılarsa da, devlet harcamalarını artırmayı planlıyorlar. Bu grubun içinde yer alan Rusya krizle mücadele için hızla kolları sıvadı. Ama, şimdi başı derde giriyor. Bazı Asya ülkeleri de bu grupta.
Üçüncü grup, IMF ile bir program yapmaya çalışan ülkeler. Bu ülkelerin ortak özellikleri döviz rezervlerinin düzeyinin para ve maliye politikalarını gevşetilmesine olanak vermeyen ve genelde cari işlemler açığı vermeleri. Bu grupta Türkiye de var.
RUSYA
Rusya üçüncü grupta olması gerekirken, kendini Çin ile aynı gruba soktu. Rusya’nın Çin’den en büyük farkı döviz fazlasının petrol fiyatının yüksekliğinden kaynaklanması. Halbuki, Çin’in döviz fazlası mal üretiminden kaynaklanıyor. Petrol ve metal fiyatlarının düşmesiyle Rusya şimdi bambaşka bir konumda. Bu farklılıklarını doğru değerlendiremediler.
Döviz rezervleri krizden hemen önce 550 milyar dolar civarındaydı. Bu düzeyle Japonya ve Çin’den sonra Rusya döviz rezervleri en yüksek üçüncü ülkeydi. Buna güvenip devlet harcamalarını artırdılar. Para politikasını gevşettiler. Son üç ayda rezervleri 125 milyar dolar azaldı. Borsa endeksi üçte bire düştü. Önceleri döviz kurlarının artmasına izin vermemeye çalıştılar. Döviz rezervleri hızla erimeye yüz tutunca, şimdi bu politikadan da geri dönecekleri sinyalini veriyorlar. Son verilere göre döviz rezervleri 400 milyar doların biraz üzerinde.
Yüksek petrol fiyatlarıyla oluşturdukları "petrol fonu" eriyor. Rezervler eridikçe, ekonomiye olan güven kayboluyor. Kriz daha da ağarlaşıyor. Aslında, petrol fiyatlarının geldiği düzey itibariyle, sermaye kaçışı yanında, Rusya ekonomisi artık cari işlemler açığı vermeye başlayacak. Yani, döviz rezervleri üzerindeki baskı daha da artacak.
TÜRKİYE
Türkiye’nin sağa sola savuracak çok yüksek döviz rezervleri yok. Cari işlemler fazlası verecek bir durumumuz da yok. Paramız da konvertibl değil. Ekonominin çarklarının dönmesi için taze dış kaynak ihtiyacı içinde olan bir ülkeyiz. Bu gerçeklerden yola çıkarak başkalarına özenmemeliyiz.
Herkes para politikasını gevşetiyor diye, bizim de para politikasını gevşetmemiz yanlış olur. Herkes devlet harcamalarını artırdı diye, bizim de bütçe disiplinini göz ardı etmemiz bambaşka sorunları da beraberinde getirir. Zaten, bu nedenlerle IMF ile bir program yapmaya çalışıyoruz. Amacımız şirket kurtarmak değil, ekonomiyi kurtarmak olduğu için Türkiye IMF ile anlaşmaya çalışan ülkeler grubunda.
Türkiye kendi parasına değil, başkalarının konvertible paralarına ihtiyacı olan bir ülke konumunda. Dolayısıyla, krizi hafifletmenin yolu iç ekonomik politikalardan çok, dış kaynak bulmadan geçiyor. İç ekonomi politikalarıyla dış sorunları aşmaya çalışırken, para ve maliye politikalarını gevşetmeye kalkarsak, kendi krizimizi kendimiz yaratmış oluruz.
Bir seyahatim nedeniyle yazılarıma bir hafta kadar ara veriyorum.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2008
İÇİNDE yaşanan ekonomik şartlar içinde, çözüm arayışlarına gerçekçi yaklaşmak durumundayız. Bu dönemde çeşitli sektörler, hatta ekonominin tümü şikayetçi olacaktır. Herkes kendini kurtarmaya çalışacaktır. Herkese göre çözümler farklıdır. Oturulan koltuğa göre (ekonominin hangi kesiminde bulunuyorsanız), çözümler de farklı olacaktır. Hükümetten talepler artacaktır. Taleplerin çoğu da birbiriyle çelişkili olabilecektir.
DIŞ KAYNAK
Hükümetin yapabileceği şeyler vardır, yapamayacağı şeyler vardır. Yapılamayacakları yaparmış gibi göstermek yarardan çok zarar getirir. Becerilemeyecek işlere becerebilecekmiş gibi yaklaşmak durumu daha da kötüleştirebilir. Bu nedenle, alınacak önlemlere karar verirken ekonomik durumun iyi analiz edilmesi gerekir.
İçinde yaşanan sorun dış kaynak elde etmenin eskiye göre çok zor olmasıdır. Dolayısıyla, sorun aşılmak isteniyorsa, ekonominin talep ettiği kadar dış kaynak bulunması gerekiyor. Küresel şartlarda, ekonominin eski şartlarda devam edebilmesi için gerekli dış kaynağın bulunabilmesinin mümkün olmadığını kabullenmeliyiz.
O halde, "ikinci en iyi durumun" ne olduğu araştırmalıyız. İkinci en iyi durum, içinde yaşadığımız küresel şartlarda, yeterli görmesek de, "ekonominin dış kaynak elde etmesini azamiye çıkaracak" önlemlerdir. Bunlar ne olabilir?
Önlemleri iki ayrı grupta sıralayabiliriz.
Birincisi grup önlemler doğrudan dış kaynak arayışına girmektir. Bu çerçevede, çok gecikmiş de olsa, IMF ile yapılabilecek bir program, arzulamayabileceğimiz bazı şartları içerse de, Türkiye ekonomisine taze dış kaynak yaratabilir. Programın mali desteğinin önden yüklemeli (desteğin önemli bölümünün peşin alınması) olması beklentileri de, fiili durumu da olumluya çevirebilecek önemli bir olgudur. Bu konuyu geçenlerde vurgulamıştım. Galiba, olumlu gelişmeler var.
Aynı paralelde, yoğun ticaret yaptığımız ülkelerin Exim (ihracat) bankalarından yeni kredi limitleri talep edilebilir. O ülkeler de ihracatlarını artırmak istediklerinden, bu ortamda limit artışı almak göreli olarak daha kolay olabilir.
GÖRÜNÜMÜ KURTARMAK
İkinci grup önlemler daha çok içeride beklentileri olumlu tutmaya, dış piyasaların Türkiye ekonomisine bakışlarını olumluya çevirmeyi hedefleyen (defansif) önlemlerdir. Bu önlemler görüntüyü iyileştirmeye, en azından daha da bozulmasını engellemeye yönelik olmalıdır.
Kredi derecelendirme kuruluşlarının bu ortamda Türkiye ekonomisine bakışlarını olumsuza döndürmeleri hafife alınmamalıdır. Kamu finansmanının bozulabileceğine yönelik girişimlerden kaçınılmalıdır. Bu gibi ortamlarda, tüm sektörler muhatap oldukları vergilerin düşürülmesini talep ederler. Dış kaynak yeterli düzeyde bulunamadıkça, vergi indirimleri hiçbir işe yaramaz. Ama, ekonomik durgunluk yüzünden zaten bozulacak olan bütçe performansı daha da bozulur. İç ve dış beklentiler daha da olumsuzlaşır. Bu dönemde, devletin dolaylı ya da doğrudan para dağıtması bazı şirketleri kurtarabilir, ama ekonomiyi kurtarmaz.
İç talebi artırmaya çalışmak yarardan çok zarar getirir. Dış kaynak olmadıkça ekonomik büyüme olmaz. Dış kaynağın yeterince bulunamadığı bir ortamda iç talebi şişirmeye çalışmak kendimizin yaratacağı bir başka ekonomik krize davetiye çıkarmaktır.
Bu iki grup tavsiyeler yerine getirildiğinde ekonomi rahatlayacak mıdır? Yeterince dış kaynak bulunamadıkça hayır. Bugünkü ortamda Türkiye ekonomisinin eski düzeylerde dış kaynak bulabilmesi, en azından şimdilik, mümkün görünmüyor. Bu tavsiyeler ancak ekonomik acıları göreli olarak hafifletici olacaktır. Tavsiyelere uyulmadığı takdirde, çekilecek acı daha da büyük olabilir. Hükümetin bundan fazla seçeneği de yok.
Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2008
MERKEZ bankalarının ve para politikasının itibarı, ekonomik gelişmeler karşısında fiyat istikrarını hedeflemeye yönelik zaman içinde alınan tutumlar yoluyla oluşur ve pekişir. Fiyat istikrarını değil de, başka kaygıları yansıtan tutumlar itibarı zedeler.
Merkez Bankası geçen gün para politikası faizini düşürerek kendi itibarına bir darbe daha vurdu. Geçen yıl eylül ayında da enflasyonun yükselme eğiliminde olduğu bir dönemde aynı faizleri indirerek itibarına bir başka darbe vurmuştu.
SORULAR
Merkez Bankası kısa vadeli para politikası faizini neden indirdi? Bu soruya ekonomik mantık içinde inandırıcı bir yanıt bulmak zor.
Merkez bankalarının politika faizleri ile oynaması tek başına bir şey ifade etmez. Ulaşılmak istenen, enflasyon beklentilerini yönlendirerek hedef politika faizleri yoluyla orta-uzun vadeli faizleri etkileyebilmektir.
Yanıtı gereken birinci soru şu: Merkez Bankası politika faizlerini indirerek piyasada oluşan orta-uzun vadeli faizlerin inmesini sağlayabilecek midir? Hayır.
Uluslararası çalkantılarla, Merkez Bankası faizinden bağımsız bir şekilde Hazine bonosu faizleri artma eğilimindedir. Özellikle dövizde kaynak kıtlığı nedeniyle bankalar da kredi ve mevduat faizlerini artırmaktadır. Kredi verme iştahı yok olmuştur. O halde, Merkez Bankası faizlerinin bu şartlarda ekonomideki orta-uzun vadeli faizleri etkileme gücü yoktur.
İkinci soru: Merkez Bankası’nın her gün ihale yoluyla bankalara borç verdiği likiditenin faizleri dahi artarken (yüzde 17’den yüzde 17.5 civarına gelmişti), politika faizlerini düşürmekle başka ne amaçlanmış olabilir?
Akla ilk gelen yanıt, politika faizlerinin düşürülmesiyle bankaların Merkez Bankası’ndan borçlanmalarının maliyetinin düşürülmesinin hedeflenmesi oluyor. Bankalara daha ucuz kaynak sağlayarak daha ucuz fonlama maliyetiyle döviz almalarının önü açılıyor. Daha ucuz kaynak sağlayarak bankaların kredi vermesi teşvik edilmek isteniyor.
Merkez Bankası’ndan daha ucuz kaynak sağladıkları için bankalar daha çok kredi verecekler mi? Hayır. Sorun bankaların Türk parası bulamamalarından ya da maliyetin yüksek olmasından kaynaklanmıyor. Sorun, banka müşterilerinin içinde yaşanan şartlarda kredi değerliliğinin düşmesi. Ama, ucuz YTL kaynağı bulduğunda, bankaların ve tüm ekonominin daha fazla döviz alması söz konusu olabilecektir. O takdirde, yükselen döviz kurları zaten kredi değerliliği düşmüş olan reel sektör şirketlerini daha da riskli hale getirmeyecek midir? Bu yolla ekonomik riskler artmayacak mıdır? Evet!
Döviz kurlarının mal ve hizmet fiyatlarına etkisinin azaldığı yönünde elimizde inandırıcı bir delil yok. Kaldı ki, son dönemde giderek artan döviz kurlarının nerede duracağını da bilinmiyor. Bu hatayı 2006 yılının ortasında da yaptık. Fatura ağır oldu.
Merkez Bankası yükselen döviz kurlarına karşı döviz satarak müdahale etmeye başladığında, bir pencereden ucuz YTL verip diğer pencereden rezervlerinden döviz satarak döviz rezervlerini çar-çur etmiş olmayacak mıdır?
CEVAPLAR
Makul ekonomik nedenler bulunamayınca, faiz indirim kararının arkasında siyasi nedenler aramak zorunlu oluyor. Ekonomik büyümeyi sekteye uğratmamak için belki hükümetin baskısıyla Merkez Bankası politika faizini indirdi. G-20 toplantısında konuşulanlar hükümetin Merkez Bankası üzerindeki baskılarını artırmış da olabilir. Belki de, G-20 toplantısında görüp herkes faiz indirirken, biz de indirelim denip başkalarına özenmiş de olabiliriz.. Bu konuyu pazartesi günü işleyeceğim.
Nedeni ne olursa olsun, Merkez Bankası son faiz indirimiyle kurum olarak kendinin ve enflasyona odaklı para politikasının itibarını sorgulattı. Ortalık karmakarışıkken, beklentilerin çok iyi yönetilmesinin önemi artmışken, para politikası anlaşılamaz bir konuma itildi. Bunun da elbette maliyeti olacak.
Yazının Devamını Oku