Paylaş
Yan masada çayını höpürdete höpürdete içen eski pehlivan, kız kardeşini boğarak öldürdüğü o korkunç ânları, göze kıymık gibi batan ince bir gülümseyişle anlatırken “Vallahi kaza oldu” diyor.
O kalkıp gidince masadaki bir başka adam, eski pehlivanın akli dengesinin yerinde olmadığını, tedavi gördüğünü ve bu yüzden tutuklanmadığını söylüyor, kız kardeşinden hiç bahsetmeyerek...
Bir incir ağacı ile eğrelti otları arasına atılmış bu masalarda tutuksuz yargılanan dolandırıcıların, insan kaçakçılarının, uyuşturucu bağımlılıların yahut sevdikleri yıllardır cezaevinde olan genç-yaşlı masumların hikâyelerini dinleyebilirsiniz.
Son yıllarda burası, giderek artan bir başka meslek grubunun üyeleri ve onların yakınlarıyla doluyor: Tutuklu gazetecilerin sevdikleri ve –en azından şimdilik- tutuksuz yargılananlar.
Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nin karşısında, meydanın bir köşesine ilişmiş küçük kafeterya…
Burada yiyip içecekleriniz ihtimal ki Vedat Milor’dan tek yıldız bile alamaz ve elbette Mehmet Yaşin’in damağını çatlatmaz.
Bu yüzden İstanbul ile ilgili turist rehberlerine asla giremeyecek bu yeri yine de görmeli; bugünün Türkiyesini anlamak için, Çağlayan Meydanı’nın gece ayazında adliyedeki duruşma arasının geçmesini beklerken masalarında konuşulanlara kulak misafiri olmalısınız.
Burada büyük belaların küçük dertlerle nasıl da aniden harmanlandığını görür, şaşırırsınız.
Mesela yine önceki gün, "gecenin geç ve yıldızsız bir saati, yağmur çiseliyor" ve kaçırılan kızının "namusunu kurtarmak" için mahkeme kapılarında yattığını söyleyen kadın, kafeteryanın ince tentesine rağmen ıslanmaktan şikayet ediyor.
Gaddarların ve mağdurların, tecavüzcüyle kurbanının, müfteri ile iftiraya uğrayanın; can alanın, kan dökenin, mal çalanın ve onları dava edenlerin buluşabildiği bir yer burası...
Dünyanın sonundaki kafeterya...
Önünde, sis çökünce sonsuza doğru uzandığı sanılabilecek geniş ve çıplak meydan…
Bugünlerde, işlerini yaparken kendilerini bir nedenle burada bulmuş, bunun nedenini çözmekte zorlanan Cumhuriyet gazetecileri gibilerini de sık sık ağırlıyor...
...ki bu gazetecilerden hâlâ tutuklu olanlar, kafedeki tutuksuzlar gibi, neden katillerle, tecavüzcülerle, insan tacirleri ve dolandırıcılarla aynı çatı altında olduklarını anlamakta zorlanıyor.
Meydanın bitişiğinde "dünyanın en büyük adliyesi," onun arkası Abide-i Hürriyet ve Hürriyet Tepesi…
80 km uzakta Silivri cezaevi…
Ve tutulanların kadar salıverilenlerin de bazen bir cezaevine benzettiği dünyanın en güzel ülkesi…
İstanbul’un keşfedilmemiş bu kafeteryasında bulabileceğiniz şey en lezzetli yemekler değil, ama bu en güzel ülkenin manzara-i umumiyesi…
Çağlayan ayazında yağmurun çiselediği önceki gece, Kadri Gürsel’in tahliyesine, diğer gazetecilerin tutukluluğunun sürmesine karar verilen duruşmayı beklerken benim yaptığım gibi…
Bazı fotoğraflar vardır, koca bir dönemi kısacık bir âna sığdırıverirler. New York’un Times Meydanı’nda isimleri bilinmeyen bir denizci ile beyaz elbiseli kadını 1945’te öpüşürken gösteren o meşhur fotoğraf, bugün “İkinci Dünya Savaşı’nın bitişi” deyince ilk akla gelen görüntülerden…
Dünün ilk saatlerinde Silivri Cezaevi önünde çekilen fotoğraftaki çifti ise artık iyi tanıyoruz: 330 günlük tutukluluğun ardından tahliye olan gazeteci Kadri Gürsel ile eşi Nazire Gürsel…
Herhalde en güzel açıyı, en çarpıcı pozu AFP’den Yasin Akgül yakalamış. Uzun bir hasrete tutkulu bir buseyle son veren bir çift ve yanlarında, çocuksu bir mahcubiyetle gülümseyerek kafasını çeviren Mehmetçik…
Cezaevi önünde Kadri Gürsel’i getirecek aracı beklerken, 1945’teki gibi “ikonik” bir fotoğrafın az sonra burada çekileceğini bilmiyordum. (Ertuğrul Özkök'ün bu fotoğraflara dair bugünkü yazısını okuyun)
Gelecekte 2017 Türkiyesi’nin tutuklu gazetecilerinden bahsedildiğinde, önce bu fotoğraf akıllara gelecek.
Bir buse, bir tebessüm; özgürlüğüne kavuşanlar, geride kalanlar ve at izi it izine karıştırılırken hayatı kutlayanlar...
Paylaş