MEDYAMIZ aylar önce yapılan New York görüşmeleri sırasında ve ortada hiçbir şey yokken, muhteşem manşetler atıyor, muhteşem yorumlar yapıyordu:
‘Kıbrıs zaferimiz...’
‘Rumları mahvettik...’
‘Rumlar çöktü... Rumlar şaşkın... Rum kilidi böyle çözüldü...’
‘Türkiye satrançta büyük kazandı...’
Medyamızın bir kesimi, ulusal çıkarlarımızı savunan Rauf Denktaş’ı kafaya takmıştı. Hakaretler yağıyordu:
‘Çek git... Denktaş istifa... Sen kimsin?.. Elimizi bağlama...’
Hükümet kararını vermişti. Ne pahasına olursa olsun Annan Planı’nı kabul edecek, karşılığında ise önümüzdeki aralık ayında AB’den müzakere tarihi alacaktık! Annan’a karşı çıkan, oyalayan, geciktiren biz olmayacaktık.
Pazarlık gücümüz yoktu. Biz ne olursa olsun ‘çözüm’ istiyorduk!.. Çünkü kendi medyamızın baskısıyla karşımıza şöyle bir tablo çıkarılmıştı:
Kıbrıs, Türkiye’nin baş belasıdır. Bu belayı bir an önce başımızdan savmak gerekir.
***
Dün bizim Ankara bürosunun yemekhanesinde her günkü toplu yemeğimizi yiyoruz. Karşımda başarılı diplomasi muhabirimiz, bu alanda uçanla kaçanı bile yakalayan Uğur Ergan oturuyor. Uğur’a sordum:
‘Ne oluyor şimdi Kıbrıs konusunda? Bundan sonra ne olabilir?’
Karmaşık bir konuydu. Nereden başlayacağımızı şaşırdık! Ben de masadaki gazeteci arkadaşlara şöyle dedim:
‘Güya gazeteci geçiniyoruz ama Kıbrıs konusunda olanı biteni bilmiyoruz. Halkımız hiç bilmiyor. Görüşmeler yapılıyor, ne elde ettiğimizi, neler yitirdiğimizi kimse millete açık açık anlatmıyor. Bunları biz bilmeyince sokaktaki insanlarımız nereden bilecek.’
Tam bunları söylemişim, birkaç saniye sonra elinde yemek tepsisi, Gözcü yazarı Saygı Öztürk masaya geldi. Oturur oturmaz sordu:
‘Abi ne oluyor bu Kıbrıs konusunda?’
Hep birlikte gülmeye başladık. Az önce benim sorduğum soruyu şimdi Saygı soruyordu.
Aynı şeyi dün Rauf Denktaş söylüyordu. ‘Ne olduğunu bilmiyorum.’
Biz gazeteci idik, bilmiyorduk. Denktaş bilmiyordu. Türk milleti hiç bilmiyordu. Tuhaf şeyler oluyordu.
***
Anadolu Ajansı dün İsviçre’den haber geçmişti. Annan Planı binlerce sayfaydı ve salona el arabasıyla getirilmişti.
İsviçre’de toplam birkaç saat içerisinde bu binlerce sayfalık metnin neresi görüşülmüştü? Nereleri değiştirilmiş, nereleri aynen bırakılmıştı?
Biz, Türkiye ve KKTC olarak ne kazanıyorduk, ne kaybediyorduk?
Dün sabah ekranlarda ‘Kıbrıs belasını başımızdan savalım’ tezini savunan bazı gazeteciler konuşuyordu:
‘Her şey çok iyi... Aman ne güzel... Oh oh, fıstık gibi!..’
Onlar böyle konuşunca benim içim pırpırlanır, kuşkuya düşerim. Anlarım ki işin içinde iş vardır.
***
Rumların tuzu kuruydu. Onlar AB üyeliğini garanti altına almıştı. Karşılarında ise ilginç bir Türkiye vardı:
‘Uzlaşalım, mızıkçılık çıkaran biz olmayalım.’
Elimizi, pazarlık gücümüzü baştan kaybetmiştik. Masada ‘uysal çocuk’ biz olacaktık. Karşı taraf uzlaşmaya varmazsa onları büyük abimiz ABD ile küçük abimiz, kapısında diz çöktüğümüz AB’ye şikáyet edecektik:
‘Bakın biz sizi dinleyip uysal davrandık, sorun çıkarmadık. Ama karşı taraf su koyveriyor. Siz müdahale edin.’
Nitekim bunu aynen yaptık. Karşı tarafı onlara şikáyet ettik. Umursayıp umursamadıklarını bilemem.
***
Bildiğim bir tek şey var. Önümüzde bir ulusal sorun yatıyor ve hiç kimseden tık yok. Hükümet ve bir kısım medyadan gelen eksik, yetersiz, tek taraflı ve hepsi de maşallah olumlu (!) açıklamalarla yetiniyoruz.