Paylaş
İŞİ gücü vatan ve millet düşmanlığı yapmak olan ‘‘insan hakları soytarıları’’ cezaevlerinde yaşanan üzücü olaylardan sonra yine ters taraftan ses veriyorlar!
Bayrampaşa'dan bir örgüt lideri, diğer cezaevine cep telefonuyla emir verip ‘‘Bir kişiyi yakın, düşmana (devlet güçlerine) teslim edin’’ diyor.
İnsanların yakılması konusunda emir veriliyor. Acaba ‘‘insan hakları soytarıları’’ bu konuda ne düşünüyor? Böyle bir emir ‘‘insan hakları’’ açısından kınanmaya değer mi, yoksa değmez mi?
Dün bütün gün bunlardan ses çıkmadı. Beklenirdi ki aralarından biri ortaya çıkıp bu emri kınasın ve ‘‘Olmaz böyle şey, bu yapılan insan haklarına aykırıdır’’ desin!
Türk toplumu, insan hakları adına her türlü soytarılığı tek taraflı yapan bu küçük azınlığın kim olduğunu ve neye hizmet ettiğini artık iyi görmelidir.
***
Gelelim bazı hekimlere! Bunlardan bir bölümü bazı ‘‘demokratik’’ kuruluşların ve ‘‘sivil toplum örgütlerinin’’ başına geçmiş ve o sıfatla konuşuyor:
‘‘Hasta kabul etmiyorsa, özgür iradesiyle ölmek istiyorsa, ona tıbbi müdahale yapılmaz.’’
Hasta güvenlik güçleri tarafından açlık grevinden ve ölüm orucundan kurtarılmış, kendini yakmış ya da örgüt tarafından yakılmış.
Hastanede senin önüne gelecek ve sen bir hekim olarak ‘‘Tedavi istemiyor, bırakalım ölsün’’ diyeceksin, öyle mi?
Bu yaptıkları, kendi mesleklerine ihanettir. Hekimlik mesleğinin siyasete ve örgütçülüğe alet edilmesidir. Amaçları, böyle ‘‘aykırı’’ söz ve çıkışlarla medyada yer bulup kimlik kazanmaktır.
Adam özgür iradesiyle intihar girişiminde bulunmuş, sekizinci kattan atlamış ama ölmemiş. Sen onu tedavi etmeyecek misin?
‘‘Kendi isteğiyle atlamış, ben karışmam’’ mı diyeceksin?
Bu gibiler, genç ve deneyimsiz hekimlerin de kafasını karıştırıyor.
Son cezaevi olayları, bazı acı ve üzücü gerçekleri de ortaya çıkardı.
***
Burada çok önemli bir konuya da kısaca değinmek istiyorum. Devlet, bazı cezaevlerinin koğuşlarına 1991 yılından beri girememiş. Utanç verici bir durumdur. Dünyanın hiçbir ülkesinde, birkaç yıl önce kurulan ilkel Afrika devletleri dahil, böyle bir rezalet olamaz.
Bunun sorumluları ise bellidir. 1991 yılından bu yana Başbakan, Adalet ve İçişleri Bakanı olarak görev yapan herkes!
Evet, işte onlardır. O anlı şanlı ‘‘devlet adamları’’ Türkiye'yi günlerden beri yaşadığımız ortama adım adım getirmiştir. Özal konuşamaz. Haydi bakalım çıksın ortaya Demirel, Çiller, Erbakan, Yılmaz, Ecevit ile onların Adalet ve İçişleri bakanları, savunsunlar kendilerini. Anlatsınlar bu inanılmaz aymazlığın ve sorumsuzluğun nedenini. Versinler bu açıdan kendi dönemlerinin hesabını. Hiçbiri veremez.
İLK AÇLIK GREVİ
Emekli bankacı okuyucum Orhan Topçuoğlu, arşivinden çok ilginç bir belge göndermiş. Son Posta Gazetesi'nde 1931 yılında, yani bundan tam 69 yıl önce çıkan bir haber.
Türkiye'de ilk açlık grevi İstanbul'da, Sultanahmet Cezaevi'nde yapılmış. Haberin başlığı şöyle:
‘‘Adliyemizde İlk Görülen Vaka. İki Mahkûm Açlık Grevi Yapıyorlar. Doktorlar Aşağı Kısımlar İle Burunlarından Zorla Gıdalandıracaklar.’’
Şimdi haberi aynen veriyorum:
‘‘İstanbul adliyesi, tarihi adlimizde (adliye tarihimizde) ilk defa tesadüf olunan mühim bir vaka ile karşılaşmıştır. Bu hadise elyevm (halen) tevkifhanede (cezaevinde) bulunan iki idam mahkûmunun açlık grevi yapmalarıdır.
Açlık grevini yapan mahkûmlar (Hamdi) ve (Niyazi) isminde iki bahriyelidir (denizci askerdir). Bir arkadaşlarını parasına tamaan (parası için) bıçakla ve bir koyun boğazlar gibi kesmişlerdir.
Mahkemenin haklarında idam kararı verdiğini gören ve temyiz mahkemesinin (Yargıtay'ın) bu cezayı hafifletmesi ihtimali olmadığını anlayan mahkûmlar, on üç gün evvel açlık grevi yapmaya başlamışlardır. Bunun için de hücrelerinde yüzükoyun yere yatarak, verilen ekmeği yememeye başlamışlardır. Mahkûmların günden güne zayıflayıp kuvvetten düştüklerini gören tevkifhane idaresi, hadiseden müddeiumumiliği (savcılığı) haberdar etmiş, bu suretle grev yapan mahkûmların suni ve cebri surette (zorla) gıdalandırılmaları düşünülmüştür.
Bu iş için Tıbbı Adli (Adli Tıp) müessesesinin fikri alınmıştır. Bu müessese cebren gıda verecek vasıtası olmadığını bildirmiştir. Bunun üzerine mahkûmlar hapishane hastahanesinde gıdalandırılmak istenmiş, fakat orada da vasıta olmadığı görülmüştür.
Nihayet bunların Bakırköy tımarhanesine (akıl hastalıkları hastanesine) sevkleri düşünülmüş ise de, kaçmaları ihtimali üzerine bu fikirden de sarfınazar edilmiştir (vazgeçilmiştir).
Şimdi tevkifhane ve hapishane doktorları bileşerek mahkûmların aşağı kısmından yumurtalı etsuyu ve yukarı kısımlarından lastik borularla midelerine gliserin akıtarak gıdalandırmaya çalışacaklardır.
Bu nevi açlık grevlerine başka memleketlerde sık sık tesadüf edilir. Yedi sekiz sene evvel İrlanda'da (Kork) belediye reisi yüz gün kadar grevden sonra ölmüştür.
Fransa'da büyük bir mali rezalet çıkaran Madam (Hano) da yine açlık grevi yapmış, fakat zorla gıdalandırılmıştı.’’
Acaba bu iki katilin, Hamdi ile Niyazi'nin açlık grevleri nasıl bitmiş, sonları ne olmuştu?
Paylaş