Herkes mutlu! Birbirini tanımayan insanlar sokaklarda sarılıp öpüşüyor! Yüzler gülüyor! Gazetenin kapısında rastladığım emekli Hatice teyzenin yüzünde bile güller açıyor:
‘Oğlum ayda elime 630 milyon geçiyor ama borsa coşmuş, belki bana da faydası olur...’
‘Olmaz mı teyze, sen de köşeyi dönersin’ dedim.
Her yerde bayram havası esiyordu!
Şimdi Abdullah Gül’ü aynen 17 Aralık 2004 zaferi (!) sonrasında Başbakan’la birlikte Ankara’da karşılandığı gibi karşılamalıyız. Kızılay’da davullar zurnalar çalmalı, taklar ve kürsüler kurulmalı, bindirilmiş kıtalar ceplerine konulan harçlık ve bir ayran, bir sandviç verilmek suretiyle Kızılay’a getirilmeli, kürsüden nutuklar atılmalı!
***
‘Ulusal bayram’ gerçeğini ve derin anlamını gazeteye gelince, gazetelerin manşetlerini ve köşe yazarlarının başlıklarını görünce anladım. İşte size İslamcılar dahil dünkü gazetelerden manşetler:
- Direndik, kazandık. (Aynı manşet iki gazetede var!)
- Söke söke Avrupa. Medeniyetler buluştu, yeni milat başladı.
- Mutlu son: Yolculuk başladı.
- Atam, rahat uyu!
- AB tamam, yola devam.
- Masaya oturduk. Yeni Avrupa, yeni Türkiye.
- Avrupa’nın ay yıldızı. (Manşetin yanında ay yıldız, onun karşısında AB’nin yıldızları var!) Medeniyetler kucaklaştı.
- Viyana valsi.
Avrupa’yı perişan ettiğimiz, her istediğimizi aldığımız (!) böylece ortaya çıkıyordu.
Oynanan oyunda rol gereği karşımıza çıkarılan ‘kötü polis’ Avusturya’yı dize getirmiş, ‘iyi polis’ İngiltere sayesinde Avrupa’nın göbeğine balıklama dalmıştık.
Gerçi öteki oyuncular yine rol gereği hiç ortaya çıkmamıştı ama olsun varsın.
Ankara’dan ses verip birazcık naz yapmış, sonrasında ise bir gecede ‘Avrupalı’ olmayı başarmıştık!
Üstelik borsamız coşmuş, zirvelere vurmuştu.
Bundan sonra yabancı sermaye daha çok gelecek, ülkemizin en önemli hazır tesislerini satın alacak, Türkiye’ye para girecekti.
Oysa Başbakan bile dün Meclis’te yaptığı konuşmada ‘İş bitmedi, asıl bundan sonra başlıyor’ demek zorunda kalıyordu.
Niçin?.. Çünkü kurallar konulmuştu:
Müzakerelerin ucu açık olacaktı. Sonuç belli değildi. Avrupa, Türkiye’yi ‘hazmetme’ kapasitesini dikkate alacaktı. Türk insanının serbest dolaşım hakkı zaten en baştan olmayacaktı. Daha pek çok ‘kalıcı kısıtlama’ vardı.
Bundan sonra Türkiye’nin hiçbir konuda ve hiçbir aşamada direnmesi, tartışması, pazarlık etmesi söz konusu değildi. AB ne derse o olacaktı.
Başbakan başımıza gelecekleri biliyordu.
Bugüne kadar hiçbir ülkeye yapılmayanlar bize yapılacaktı.
Birkaç gazetenin manşeti ise hem farklı, hem de daha gerçekçi idi:
- Böyle rezalet görülmedi. Dayatmalar masada bekliyor.
- Türkiye’nin AB yolculuğu, zorlu ve sonu belirsiz bir sürece girdi.
- Batı’ya kul köle olmayı bırakın. Aslımıza dönelim.
- Zorlu süreç başladı.
***
Yıl l923. İsviçre’nin Lozan kentinde yeni Türk devleti ile ülkemizi işgal edenler arasında müzakereler kıran kırana devam ediyor. Türk devleti kapitülasyon belasını kaldırmanın, tam bağımsızlığı elde etmenin peşinde. İsmet Paşa direniyor.
Konferans başkanı Lord Curzon, Türkiye’nin çatır çatır aldığı yeni haklardan rahatsız. Toplantılar biterken şöyle diyor:
‘İstediklerinizi size verdik. Bunları biz şimdi cebime koyuyoruz. Ama zamanı gelince bunları cebimizden tek tek çıkarıp yeniden önünüze koyacağız.’
O başaramadı. Ama günümüzde başkaları başaracak.
Zamanı gelince, ceplerine koydukları her şeyi tek tek çıkarıp önümüze koyacaklar.
‘Bayramı’ pek yakında yaşamaya başlayacağız!
Hem de kendi bayrağımızın yanında ikinci bayrağımızla! Mavi renkli, bol yıldızlı AB bayrağı ile!