Elvan Kılıç

Boşanan kadın çocuğuna kendi soyadını verebilir mi?

2 Ocak 2020
Türk hukuk sisteminde, çocuğun anne ve babası evliyse babanın soyadını alacağı, evli değillerse annenin soyadını alacağı Türk Medeni Kanunu’nda hüküm altına alınmıştır. “Evliliğin boşanma ile sonuçlanması durumunda çocuğun soyadında bir değişiklik meydana gelir mi, çocuk annenin soyadını kullanabilir mi?’ soruları ülkemizde sık sık gündeme gelmektedir.

VELAYET DEĞİŞİKLİĞİNDE SOYADI DEĞİŞEBİLİR Mİ?

Yasaya göre evlenmenin boşanma ile sonuçlanması durumunda, çocuğun velayeti anneye verilse dahi çocuk babanın soyadını kullanmaya devam etmektedir. Eşlerin, evliliğin devamı boyunca ve evliliğin sonra ermesi durumunda sahip oldukları hak ve yükümlülükler bakımından aynı hukuksal konumda oldukları, bu nedenle de erkeğe velayet hakkı kapsamında tanınan çocuğun soyadını seçme hakkının kadına tanınmaması, velayet hakkının kullanılması bakımından cinsiyet ayrımcılığı sonucunu doğurmakta, aile içinde kadın erkek eşitliğine aykırı olmakla birlikte bazı durumlarda çocuğun menfaatine de aykırılık teşkil etmektedir.

KADINLAR HANGİ NEDENLERDEN DOLAYI ÇOCUĞUN SOYADI DEĞİŞİKLİĞİ İÇİN DAVA AÇMAK İSTİYOR?

• Evliliği kötü bir şekilde boşanma ile sonuçlanan eşler arasında bir daha barışma ihtimali olmaması ve görüşmeme ihtimalleri bulunması sebebiyle kadınlar çocuklarının da babaya ait soyadlarını kullanmalarını istememektedirler.

• Hatta zaman zaman çocuklarına karşı bir baba olarak sorumluluklarını yerine getirmemesi sebebiyle aradaki sevgi ve saygı bağının ortadan kalkması ve babanın anneye karşı olumsuz davranışlarını gören çocuklar da babalarının soyadlarını taşımak istememektedirler.

• Özellikle küçük yaşlardaki çocuklar açısından anne ile soyadın farklı olması durumu problemlere yol açmakta, çevrelerindeki insanlara bu durumu açıklamakta zorlanmaktadırlar. Ayrıca anneler de resmî kurumlara başvuru yaparken çocuğun annesi olduğunu ispat etme sorunuyla karşılaşılmaktadır. Tüm bu sebeplerle, birçok kadın tarafından çocuklarının soyadlarını değiştirmek için dava açılmaktadır. 

Anayasa Mahkemesi tarafından boşanma sonrası çocuğuna kendi soyadını vermek isteyen annenin talebinin reddi temelde bir hak ihlali olarak görülmüştür ve emsal teşkil edecek bir karar vermiştir. Bu karara göre boşanan ve çocuğunun velayetini alan bir anne artık çocuğuna kendi soyadını verebilecektir. Böylece boşanan kadınlar ve çocukların önündeki engel kalkmıştır. Ayrıca kararda kadın ve erkeğin evlilik süresince ve evliliğin sona ermesinde eşit hak ve sorumluluklara sahip olmaları gerektiğine ilişkin uluslararası sözleşme hükümleri hatırlatılarak eşlerin, evliliğin devamı boyunca ve boşanmada sahip oldukları hak ve yükümlülükler bakımından aynı hukuksal konumda oldukları, erkeğe velayet hakkı kapsamında tanınan çocuğun soyadını seçme hakkının kadına tanınmamasının velayet hakkının kullanılması bakımından cinsiyete göre ayrım yapılması sonucunu doğuracağı vurgulanmıştır.

Anayasa Mahkemesinin 2015'te verdiği emsal hak ihlali kararının ardından, Yargıtay da baktığı bir davada, "boşanmış kadının, velayeti kendisine verilmiş çocuğuna kendi soyadının verilmesini, velayet hakkına dayanarak aile mahkemesinden isteyebileceği" yönünde karar vermiştir. Böylece hem anayasada yer alan eşitlik ve eşler arasında eşitlik ilkesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin cinsiyete dayalı ayrımcılık yasağına uygun davranılmıştır. Böylece boşanma sonrası velayeti anneye verilen çocuğun soyadının annenin açacağı dava ile değiştirilebileceği Anayasa Mahkemesi kararı ile uygulamada yerini almıştır.

AVRUPA'DA DURUM NASIL?

• Çoğu Avrupa ülkelerinde boşanan anne, çocuğuna kendi soyadını verebilmektedir. Fransız Medeni Kanun’da; doğum anında veya hemen akabinde hem annesine hem de babasına soy bağı ile bağlıysa, anne ve baba çocuğun soyadını birlikte belirlerler. Çocuğun soyadı olarak eşlerden birinin soyadı seçilebileceği gibi eşlerin her ikisinin soyadının birleşiminden oluşan bir soyadı da belirlenebilir. Çocuğun soy bağı anne veya babadan sadece biri ile kurulmuşsa, diğeriyle kesilmişse (bir boşanma süreciyle) bu durumda çocuk kişisel bağ kurduğu ebeveynin soyadını taşıyacaktır.

• Çocuğun soyadı denince akla gelecek en çarpıcı düzenleme İspanyol hukukundadır. İspanya Hukuku’na göre, çocuğun soyadı soy bağına bağlıdır. Buna göre, çocuk hem annesinin hem babasının soyadını alacaktır. Kural olarak, çocuk önce babasının sonra annesinin soyadını alır. Boşanma sırasında da ebeveynler çocuğun hangi ebeveynin soyadını alabileceğini kararlaştırabilirler. İster anne olsun ister baba, boşandıktan sonra çocuk bir tarafın soyadını kullanabilir ya da babanın soyadını kullanmaya devam edebilir.

• Alman Medeni Kanunu uyarınca çocuğun anne ve babasının ortak bir soyadı bulunuyorsa, çocuk doğum ile bu soyadını kazanacaktır. Boşanma gerçekleştiğinde, çocuğun anne ve babasının ortak bir soyadı bulunmuyor ve çocuğun velayetine de sadece biri sahip ise, çocuk, velayet hakkına sahip ebeveynin soyadını kazanacaktır. Bu arada çocuğun velayetine sahip olan ebeveyn, çocuğa diğerinin soyadını da – elbette diğer ebeveynin ve eğer çocuk 5 yaşını doldurmuşsa çocuğun rızasını alarak – verebilir. Bu durumda boşanan anne çocuğunun velayeti kendisinde olduğu sürece kendi soyadını verebilir. Boşanan anne daha sonra yeniden evlenirse; çocuğa yeni evliliğindeki soyadını verebilir. Veya bu soyadını çocuğun mevcut soyadının önüne veya sonuna ekleyebilir. Ancak böyle bir değişikliğin yapılabilmesi için çocuk 5 yaşını doldurmuşsa çocuğun ve çocuk anne ve babanın ortak velayetinde ise diğer ebeveynin de rızasının alınması gerekmektedir

• Yunan Medeni Kanunu’nda eğer çocuğun anne ve babası artık evli değilse, çocuk annenin soyadını alacaktır. Annenin ve çocuğun rızasının alınması halinde annenin kocası noter önünde bulunacağı bir beyan ile çocuğa tek başına veya annesinin soyadı ile kullanması için kendi soyadını verebilir. 

Yasaya göre evlenmenin boşanma ile sonuçlanması durumunda, çocuğun velayeti anneye verilse dahi çocuk babanın soyadını kullanmaya devam etmektedir. Eşlerin, evliliğin devamı boyunca ve evliliğin sonra ermesi durumunda sahip oldukları hak ve yükümlülükler bakımından aynı hukuksal konumda oldukları, bu nedenle de erkeğe velayet hakkı kapsamında tanınan çocuğun soyadını seçme hakkının kadına tanınmaması, velayet hakkının kullanılması bakımından cinsiyet ayrımcılığı sonucunu doğurmakta, aile içinde kadın erkek eşitliğine aykırı olmakla birlikte bazı durumlarda çocuğun menfaatine de aykırılık teşkil etmektedir.

• Evliliği kötü bir şekilde boşanma ile sonuçlanan eşler arasında bir daha barışma ihtimali olmaması ve görüşmeme ihtimalleri bulunması sebebiyle kadınlar çocuklarının da babaya ait soyadlarını kullanmalarını istememektedirler.

• Hatta zaman zaman çocuklarına karşı bir baba olarak sorumluluklarını yerine getirmemesi sebebiyle aradaki sevgi ve saygı bağının ortadan kalkması ve babanın anneye karşı olumsuz davranışlarını gören çocuklar da babalarının soyadlarını taşımak istememektedirler.

• Özellikle küçük yaşlardaki çocuklar açısından anne ile soyadın farklı olması durumu problemlere yol açmakta, çevrelerindeki insanlara bu durumu açıklamakta zorlanmaktadırlar. Ayrıca anneler de resmî kurumlara başvuru yaparken çocuğun annesi olduğunu ispat etme sorunuyla karşılaşılmaktadır. Tüm bu sebeplerle, birçok kadın tarafından çocuklarının soyadlarını değiştirmek için dava açılmaktadır. 

Anayasa Mahkemesi tarafından boşanma sonrası çocuğuna kendi soyadını vermek isteyen annenin talebinin reddi temelde bir hak ihlali olarak görülmüştür ve emsal teşkil edecek bir karar vermiştir. Bu karara göre boşanan ve çocuğunun velayetini alan bir anne artık çocuğuna kendi soyadını verebilecektir. Böylece boşanan kadınlar ve çocukların önündeki engel kalkmıştır. Ayrıca kararda kadın ve erkeğin evlilik süresince ve evliliğin sona ermesinde eşit hak ve sorumluluklara sahip olmaları gerektiğine ilişkin uluslararası sözleşme hükümleri hatırlatılarak eşlerin, evliliğin devamı boyunca ve boşanmada sahip oldukları hak ve yükümlülükler bakımından aynı hukuksal konumda oldukları, erkeğe velayet hakkı kapsamında tanınan çocuğun soyadını seçme hakkının kadına tanınmamasının velayet hakkının kullanılması bakımından cinsiyete göre ayrım yapılması sonucunu doğuracağı vurgulanmıştır.

Anayasa Mahkemesinin 2015'te verdiği emsal hak ihlali kararının ardından, Yargıtay da baktığı bir davada, "boşanmış kadının, velayeti kendisine verilmiş çocuğuna kendi soyadının verilmesini, velayet hakkına dayanarak aile mahkemesinden isteyebileceği" yönünde karar vermiştir. Böylece hem anayasada yer alan eşitlik ve eşler arasında eşitlik ilkesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin cinsiyete dayalı ayrımcılık yasağına uygun davranılmıştır. Böylece boşanma sonrası velayeti anneye verilen çocuğun soyadının annenin açacağı dava ile değiştirilebileceği Anayasa Mahkemesi kararı ile uygulamada yerini almıştır.

Yazının Devamını Oku

Amerikan vatandaşı olan çocuğun yasal hakları nelerdir?

10 Aralık 2019
Amerika Anayasa’sının 14. Maddesi: “ABD'de doğmuş veya ABD uyruğuna geçmiş ve ABD yetkisine tabi olan herkes, ABD'nin ve ikamet etmekte oldukları eyaletin vatandaşıdır.” Bu madde hükmüyle, doğum yoluyla elde edilen vatandaşlık garanti altına alınmıştır. 1868’de ABD İç Savaşı’nın sona ermesinin ardından yürürlüğe girmişti. Anayasa’nın 13. maddesi 1865’te köleliğe son vermiş, 14. madde ise eski kölelerin vatandaşlık durumunun çözümlenmesi için anayasaya eklenmişti.

14. madde yürürlüğe girmeden önce ABD’de görülen davalarda Afrika kökenli kişilerin ABD vatandaşı olamayacağı hükümleri veriliyordu. Ancak 14. madde bu mahkeme kararlarını geçersiz kılmış ve ABD topraklarında doğan her bireyin ülkenin vatandaşı olma hakkına elde edebilmesini güvence altına almıştı.

Amerika’da doğum yapan Türk annenin çocuğu, doğum yoluyla Amerikan vatandaşı olmaktadır. Bu yolla kazanılan vatandaşlığın yasal hakları nelerdir? Amerika’da doğan annesi Türk ya da başka bir ülkenin vatandaşı olan çocuk diğer çocuklardan farklı haklara mı sahiptir?

• Doğum sertifikasını alındığında çocuk resmi olarak Amerika vatandaşı olmuş sayılır. Yani doğum sertifikası bir tür kimlik görevi görür. Bu belgeyle pasaport ve SSN işlemleri kolayca halledilebilmektedir. Doğum gerçekleştikten 1 hafta içerisinde Amerikan Vatandaşı gibi pasaporta sahip oluyor. Pasaport işlemleri ise bebek doğduğunda hastaneden alınan Sosyal Güvenlik Numarasıyla birlikte başlatılıyor. Böylece bu pasaportla bebeğin Amerika’da bir vatandaşlık sahibi olduğu kanıtlanabiliyor.

• 18 yaşına geldikten sonra kendi isteği ile vatandaşlığı reddetmediği müddetçe, orada yaşamasa dahi vatandaşlıktan ve imkanlarından yararlanmaya devam eder. Oy verebilir, mülk edinebilir, yaşama ve çalışma haklarına da sahip olur. Tıpkı bir Amerikan gibi vatandaşlığın tüm görev ve haklarından yararlanmaya devam eder.

• Eğitim bakımından ise; Amerika’da doğan çocuğun Amerika'da bulunan devlet okullarında üniversiteye kadar ücretsiz, üniversitede ise seçkin okullarda çok daha uygun fiyatlarla okuyabilir. Herhangi bir prosedüre ve evrak teminine gerek duymadan kaydı alınır. Üniversite dahilinde veya dışında istediği gibi çalışabilir. Burslara başvurabilir, istediği gibi staj yapabilir. Ayrıca Türkiye'deki üniversitelerde yabancı öğrenci kontenjanından yararlanabilir ve Türkiye'deki müfredatını Amerika'nın belirlediği okullarda okuyabilir. Türkiye’de bir eğitime başladıysa bile Amerika’da eğitimini devam ettirme hakkına da sahiptir. Bu sebeple de ücretsiz eğitim fırsatından da yararlanarak yabancı öğrenci tarifesinden değil, vatandaş tarifesinden yararlanacak, yani daha az para ödeyecek.

• İş imkanları bakımından; çocuğun dilediği an çalışma vizesi, Green Card gibi herhangi bir prosedüre gerek duymadan Amerika'daki herhangi bir kurumda çalışabilir, onda yabancı uyruklu kişilerde aranan şartların hiçbiri aranmaz. Daha sonra ise çocuğun ebeveynleri de çocuğun sponsorluğu aracılığıyla Green Card fırsatlarından da yararlanabilir.

• Amerikan vatandaşı olmak çocuğa çifte vatandaşlık kazandırdığı gibi global bir vatandaş olup 160'a yakın ülkesine vizesiz seyahat hakkı vardır. Amerika'da yaşasa da yaşamasa da ömrü boyunca istediği ülkeye vize derdi olmadan girebilir.

Yazının Devamını Oku

Aids (HIV pozitif) ve iş hukuku

29 Kasım 2019
Türk hukukunda, AIDS’li işçiler konusu fazlası ile incelenmemiştir. Bu durum, hastaların kendilerini gizli tutmak konusundaki iradeleri ile gerçek AIDS’li hasta sayısının ülkemizde tam olarak bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. AIDS’li işçinin sırf hastalığından dolayı iş akdinin fesih edilmesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 14. Madde kapsamında ayrımcılığa girmektedir.

İşyerinin işçinin AIDS olması sebebiyle işten çıkarma hakkı var mıdır?

Normalde kanunen; işçinin hastalığının boyutundan ötürü işverenin fesih hakkı vardır ancak bazı şartlara bağlıdır. Bunlar:

● İş Kanunu’na göre hastalık eğer işçinin kendi kastından veya uygun olmayan yaşantısından ya da kötü bir madde kullanımından kaynaklanıyorsa işveren, işçinin iş sözleşmesini fesih edebilir. Yani hastalık, işverenin elinde olmayan bir hastalık olursa bulaşıcı hastalık gibi o zaman fesih sebebi olup olmayacağı diğer şartlara bağlı olur.

● İşveren, eğer işçinin tutulduğu hastalığın tedavi edilemeyecek nitelikte olduğunu ve işyerinde çalışmasının sakıncalı olduğunu sağlık kurulu raporuyla tespit ederse, bu durumda da haklı nedenle işçinin iş sözleşmesini feshedebilir. İşçinin tedavi edilemeyecek hastalığa yakalanması tek başına iş sözleşmesinin feshi için yeterli değildir. Yakalanılan hastalığın kişinin iş yerinde çalışması açısından sakıncalı olması ve bu durumun sağlık kurulu raporuyla ispatlanması gerekmektedir. Örneğin HIV taşıyıcısı olan bir kişinin iş sözleşmesi sırf bu nedenle feshedilemeyecektir. HIV taşıyıcısı birey bu sebeple sık sık hastalanıyor, işin gereğini gerçekleştiremiyor ve işi aksatıyorsa işveren buna dayanarak iş akdini fesih edebilir.

● Yargıtay, “Sık sık rapor alma halinde, işveren aralıklı da olsa işçinin iş görme ediminden faydalanamayacaktır. Sık sık hastalanan ve rapor alan işçinin, bu sebeple devamsızlığının iş yerinde olumsuzluklara yol açacağı açık bir olgudur. İş Kanunu’nun gerekçesinde sık sık hastalanmanın yeterlilikten kaynaklanan neden olarak örnek kabilinden sayılması, iş yerinde olumsuzluklara yol açtığının kabul edilmesindendir” diyerek, sık sık rapor almanın geçerli bir fesih nedeni olduğunu vurgulamıştır. AIDS’li işçi; sık sık rapor alıp işini yapmayı aksatıyor ve devamsızlığa sebep vererek olumsuzluklara yol açıyorsa; işveren burada iş akdini “işçi AIDS’li olduğu için değil, sık sık rapor alarak devamsızlığın işin kalitesini düşürdüğünü” belirleterek iş akdini fesih eder. Fesih sebebini işçi “AIDS hastası “diye fesih edemez, bu haksız ve ayrımcı bir fesih söz konusu olur.

● İş Kanunu işverene ayrıca uzun süren hastalıklarda da iş sözleşmesini sona erdirme hakkı tanımıştır. Kanuna göre, işçinin hastalığı nedeniyle rapor süresi, işçinin çalıştığı süreye göre belirlenen 2, 4, 6 veya 8 haftalık bildirim süresini 6 hafta aşarsa işveren tarafından iş sözleşmesi feshedilebilir. Buna bağlı olarak, HIV taşıyıcısı olan kişi AIDS hastası olur ve hastalığı nedeniyle rapor süresi bildirim süresini altı hafta aşarsa iş akdi haklı nedenle feshedilebilecektir. Ancak yukarıda bahsedildiği gibi işveren fesih sebebini, raporunun uzun olmasına dayandırmak zorundadır.

Sonuç olarak: AIDS’in ilerlemiş safhalarında, vücut direncinin zayıflamasından dolayı, kişi başka hastalık riskleri ile karşı karşıya kalmakta ve hastalıklara yakalanması çok daha çabuk ve kolay olmaktadır. İşçi sık sık hastalandığı için tedavi veya istirahat nedeniyle izin alıyor ve işin aksamasına yol açıyorsa, bu durum işveren bakımından haklı sebep oluşturabilir.

Yazının Devamını Oku

Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun'un amacı nedir?

25 Kasım 2019
Bugün 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü. Avukat Elvan Kılıç kadına karşı şiddeti ve "Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun"u tüm boyutları ile ele alıyor.

AİLENİN KORUNMASI VE KADINA KARŞI ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE DAİR KANUN'UN KAPSAMI NEDİR?

Şiddet, bir varlığa uygulanabilecek en aciz üstünlük kurma şeklidir. 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’daki tanımıyla şiddetse; kişinin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle veya acı çekmesi ile sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfi engellenmesini de içeren toplumsal, kamusal veya özel alanda meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranıştır.

6284 Sayılı Kanunumuzda, şiddet bu denli geniş tanımlanırken sadece kadınları koruma altına almakla kalmamış, korunmaya ihtiyaç duyan tüm bireyleri kapsamıştır. Kanunda da yer aldığı üzere Kanunun hiçbir maddesi ayrımcılık olarak yorumlanamaz durumdadır.

Özellikle son yıllarda medyanın da etkisiyle haberdar olabildiğimiz, şiddet vakalarının azalması ve bitmesi adına yapılan çalışmalardan biri olan bu kanun yardımıyla özellikle şiddet tehlikesi altında yahut şiddet mağduru kadınlar koruma altına alınmaya çalışılmıştır.

KANUNUN AMACI NEDİR?

Kanunun amacı, temel insan hakkı olan yaşama hakkını korumak, kadın cinayetlerinin yaşanmaması adına ilgili kurumlarla çalışmak, kadınlara bu aşamalı süreçte bir anlamda maddi/manevi destek olabilmek, şiddet uygulayan ya da uygulama ihtimali bulunan kişileri tedavi edip topluma kazandırmaktır. Görüldüğü üzere amaç evlilik birliğini ayrıştırmaktan ziyade, toplumun en küçük yapı taşı aileyi sağlıklı bir forma sokmaktır. Bu kapsamda şiddet uygulayan kişiyi dahi ayrıştırmamış, rehabilite ederek topluma yeniden kazandırmayı amaçlamıştır.

BU KANUNDAN KİMDEN YARARLANABİLİR?

Kanundan yararlanabilecek kişiler şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadın, çocuk ve aile bireyleriyle tek taraflı ısrarlı takip mağduru kişilerdir. Kanun hükümlerinden yararlanabilmek için, ilgilinin şiddete uğramış veya şiddete uğrama tehlikesi içinde olması yeterli olup, cinsiyeti, aile üyesi olup olmaması, medenî hâli veya uyruğu önem arz etmemektedir.

KANUN KAPSAMINDA YER ALAN KORUYUCU VE ÖNLEYİCİ TEDBİRLER NELERDİR?

Koruyucu tedbirler şiddet mağdurları esas alınarak düzenlenmiş birtakım önlemlerdir. Bu önlemlerden başlıcaları mağdurun iş yerinin değiştirilmesi, kişinin evli olması halinde müşterek yerleşim yerinden ayrı yerleşim yeri belirlenmesi, şartların sağlanması halinde korunan kişinin talebi üzerine tapu kütüğüne aile şerhi konulması, korunan kişinin hayati tehlikesinin bulunması ve diğer tedbirlerin yeterli olmayacağının anlaşılması halinde ilgilinin aydınlatılmış rızasına dayalı olarak kimlik ve ilgili diğer bilgi ve belgelerinin değiştirilmesidir.

ŞİDDETE UĞRAYAN KADIN DEVLETTEN MADDİ DESTEK ALABİLİR Mİ?

Kadınların psikolojik ve fiziksel şiddete boyun eğmelerinin önemli sebeplerinden biri de ekonomik güvencelerinin olmaması, tabiri caizse gidecek yerlerinin bulunmaması, devletin ve birçok kadın yardım kuruluşlarının bu imkanları sunabildiğinin tanıtılmamasıdır. Oysaki uygun görülen hallerde kadınlara ve beraberindeki çocuklara barınma imkanı sunulmakta, geçici maddi yardım yapılmaktadır.

Şiddet mağduru kadının ekonomik bağımsızlığını kazanabilmesi adına, çalıştığı sürelerde Kanun’undaki şartları taşıması halinde ‘kreş’ imkanı da sunulmaktadır. Fiziksel şiddetin son bulması ruhsal şiddetin etkilerini geçiremeyeceğinden bu dönemde psikolojik destek de kanun muhteviyatıyla sunulmaktadır.

Son yıllarda özellikle Nahide Opuz davasında ülkece birtakım önlemleri alamadığımız evrensel basında gözler önüne serilmiştir. Evren üzerinde hiçbir neden bir canlıya zarar vermeyi haklı kılamazken, ülkemizde neredeyse her gün yaşanan kadına şiddet olaylarına sessiz kalmak da başlı başına insanlık suçudur.

Münevver Karabulut, Özgecan Aslan ve sayısızca melek aramızdan ayrıldıktan sonra ortaya konan kamuoyu hassasiyeti, şiddet olayları meydana gelmeden gösterilse, kaybettiğimiz nice canı cadde, okul isimlerinde yaşatmak yerine her insan kendi ismini yaşatabilse keşke diyoruz.

Keşke demekten usanan dillerimiz, kadın hakları ve kadınlara verilen imkanları anlatmaktan, bu imkanların kapsamlarını genişletmeye çalışmaktan asla vazgeçmeyecektir. Kazanılmış 6284 Sayılı Kanunumuzun yetersiz kaldığı noktalar mevcut olsa da bu haliyle dahi umut vericidir. Umutları çoğaltmak dileğiyle.

Şiddet, bir varlığa uygulanabilecek en aciz üstünlük kurma şeklidir. 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’daki tanımıyla şiddetse; kişinin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle veya acı çekmesi ile sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfi engellenmesini de içeren toplumsal, kamusal veya özel alanda meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranıştır.

6284 Sayılı Kanunumuzda, şiddet bu denli geniş tanımlanırken sadece kadınları koruma altına almakla kalmamış, korunmaya ihtiyaç duyan tüm bireyleri kapsamıştır. Kanunda da yer aldığı üzere Kanunun hiçbir maddesi ayrımcılık olarak yorumlanamaz durumdadır.

Özellikle son yıllarda medyanın da etkisiyle haberdar olabildiğimiz, şiddet vakalarının azalması ve bitmesi adına yapılan çalışmalardan biri olan bu kanun yardımıyla özellikle şiddet tehlikesi altında yahut şiddet mağduru kadınlar koruma altına alınmaya çalışılmıştır.

Kanunun amacı, temel insan hakkı olan yaşama hakkını korumak, kadın cinayetlerinin yaşanmaması adına ilgili kurumlarla çalışmak, kadınlara bu aşamalı süreçte bir anlamda maddi/manevi destek olabilmek, şiddet uygulayan ya da uygulama ihtimali bulunan kişileri tedavi edip topluma kazandırmaktır. Görüldüğü üzere amaç evlilik birliğini ayrıştırmaktan ziyade, toplumun en küçük yapı taşı aileyi sağlıklı bir forma sokmaktır. Bu kapsamda şiddet uygulayan kişiyi dahi ayrıştırmamış, rehabilite ederek topluma yeniden kazandırmayı amaçlamıştır.

Kanundan yararlanabilecek kişiler şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadın, çocuk ve aile bireyleriyle tek taraflı ısrarlı takip mağduru kişilerdir. Kanun hükümlerinden yararlanabilmek için, ilgilinin şiddete uğramış veya şiddete uğrama tehlikesi içinde olması yeterli olup, cinsiyeti, aile üyesi olup olmaması, medenî hâli veya uyruğu önem arz etmemektedir.

Koruyucu tedbirler şiddet mağdurları esas alınarak düzenlenmiş birtakım önlemlerdir. Bu önlemlerden başlıcaları mağdurun iş yerinin değiştirilmesi, kişinin evli olması halinde müşterek yerleşim yerinden ayrı yerleşim yeri belirlenmesi, şartların sağlanması halinde korunan kişinin talebi üzerine tapu kütüğüne aile şerhi konulması, korunan kişinin hayati tehlikesinin bulunması ve diğer tedbirlerin yeterli olmayacağının anlaşılması halinde ilgilinin aydınlatılmış rızasına dayalı olarak kimlik ve ilgili diğer bilgi ve belgelerinin değiştirilmesidir.

Kadınların psikolojik ve fiziksel şiddete boyun eğmelerinin önemli sebeplerinden biri de ekonomik güvencelerinin olmaması, tabiri caizse gidecek yerlerinin bulunmaması, devletin ve birçok kadın yardım kuruluşlarının bu imkanları sunabildiğinin tanıtılmamasıdır. Oysaki uygun görülen hallerde kadınlara ve beraberindeki çocuklara barınma imkanı sunulmakta, geçici maddi yardım yapılmaktadır.

Yazının Devamını Oku

Çalışan kadının doğum sonrası yasal hakları nelerdir?

22 Kasım 2019
Kadınların bebek sahibi olduktan sonra “doğum iznine” ayrılması konusunda kanun, çalışan yeni anneye, doğum izni sürecinde ve sonrasında bazı haklar tanıyor. Bu haklar çalışan kadının bağlı olduğu sigortaya göre de değişiklik gösteriyor.

Çalışan anneler, hamilelik sürecinde verilecek doktor raporuna göre çalışmaya devam edebilir, doğum sonrası ücretsiz izne veya kanunun kendisine vermiş olduğu sürelerde izne ayrılabilir ya da devletin çalışıp çalışılmadığına bakılmaksızın kendisine vermiş olduğu doğum parası, doğum yardımı, süt parası ya da doğum borçlanması gibi ayrıcalıklardan yararlanabilir.

1) 4857 sayılı İş Kanunu 74. Maddesine göre analık izni ve doğum sürecinde verilen izinler:

• Kadın işçilerin doğumdan önce sekiz ve doğumdan sonra sekiz hafta olmak üzere toplam 16 hafta izin süresi alırlar. Bu süre kanuni olup çalışılan iş yerinde bu sürenin verilmesi esastır.

• Doktorun onayı ile çalışan kadın isterse doğumdan önceki üç haftaya kadar iş yerinde çalışabilir. Bu durumda, çalıştığı süreler doğum sonrası sürelere eklenir.

• Kadın işçinin erken doğum yapması halinde ise doğumdan önce kullanamadığı çalıştırılmayacak süreler, doğum sonrası sürelere eklenmek suretiyle kullandırılır. Doğumda veya doğum sonrasında annenin ölümü hâlinde, doğum sonrası kullanılamayan süreler babaya kullandırılır.

• Üç yaşını doldurmamış çocuğu evlat edinen eşlerden birine veya evlat edinene çocuğun aileye fiilen teslim edildiği tarihten itibaren sekiz hafta analık hâli izni kullandırılır.

• Doğum sonrası analık hâli izninin bitiminden itibaren çocuğunun bakımı ve yetiştirilmesi amacıyla ve çocuğun tabi ki hayatta olması kaydıyla, kadın işçiye isteği halinde birinci doğumda altmış gün, ikinci doğumda yüz yirmi gün, sonraki doğumlarda ise yüz seksen gün süreyle haftalık çalışma süresinin yarısı kadar ücretsiz izin verilir.

• Hamilelik süresince kadın işçiye periyodik kontroller için ücretli izin verilir. Hekim raporu ile gerekli görüldüğü takdirde, hamile kadın işçi sağlığına uygun daha hafif işlerde çalıştırılır. Bu halde işçinin ücretinde bir indirim yapılmaz.

Yazının Devamını Oku

Reddi miras hususunda yaşanan sorunlar nelerdir?

14 Kasım 2019
Günümüzde miras ile ilgili konularda birçok problem yaşanıyor ki bunlardan bir tanesi de “reddi miras” konusu... Reddi miras, miras bırakanın (muris) ölümü üzerine yasal veya atanmış mirasçıların ölenin her türlü borç ve alacaklarıyla birlikte oluşan mirasın hak ve yükümlülüklerini reddetmesi olarak tanımlanabilir. Kanun, kimin mirasçı olacağını belirlemiştir. Ancak burada genelde miras bırakanın ölümü halinde çok geç haberdar olunması ve miras bırakan borçlu olduğu zaman reddi miras süresini kaçıran mirasçının yaşaması gibi sıkıntılar oluşmaktadır.

REDDİ MİRAS DURUMU NE ZAMAN GERÇEKLEŞİR?

Hukukumuzda miras, Türk Medeni Kanunu 599. Maddeye göre; miras bırakanın ölümü ile mirasçılara derhal ve kanunen geçer. Bunun için mirasçıların mirasçı oldukların dair bir irade açıklamasında bulunmalarına gerek yoktur. Külli halefiyet ilkesi sonucu miras bir bütün olarak ve kendiliğinden mirasçılara geçer. Miras bırakanın alacak ve borçları da mirasçılara geçer ve mirasçılar bundan sadece tereke (miras bırakanın tüm malvarlığı) ile değil, kendi kişisel mal varlıkları ile de sorumlu olurlar. Örneğin bir adam öldüğünde çocukları onun mirasını kabullendiği zaman tüm mal varlıklarıyla onun borçlarından sorumlu olurlar ve varsa borçlarını aynı zamanda kendi kazandıkları mal varlıklarıyla ödemek zorunda kalırlar. Bunu önlemenin adı “reddi miras”tır.

KİMLER REDDİ MİRAS TALEBİNDE BULUNABİLİR?

Mirasın reddi hakkına yasal ve atanmış mirasçılar sahiptir. Yani kanunun tanıdığı mirasçılar kendilerine verilen süre içerisinde reddi miras talebinde bulunabilir. Normalde mirasçı, miras bırakanın terekesi üzerinde külli halefiyet ilkesi gereğince hak sahibi olan kişilerdir. Bunlara sağ kalan eş, miras bırakanın alt-üst soyu girmektedir. Yani miras bırakanın eşi, çocukları, torunları, anne ve babası ile birlikte kardeşleri ya da üst zümre adı verdiğimiz büyükanne ve büyükbaba girmektedir. Kanunen yasal mirasçılar bunlardır ve reddi miras talebinde bulunabilirler. “Atanmış mirasçı” ise miras bırakanın vasiyetname ile önceden belirlediği veya mahkemenin vermiş olduğu bir hükümle kayyım olarak atanan, terekeden sorumlu olan görevli kişidir. Bu mirasçılar da reddi miras talebinde bulunabilir.

REDDİ MİRAS PROSEDÜRÜ NASIL İŞLENİR?

Medeni Kanunumuzda 609. Madde’ye göre ayırt etme gücüne sahip ve 18 yaşını geçen mirasçıların yazılı veya sözlü olarak mirası reddettikleri yönünde beyanlarını, miras bırakanın son yerleşim yerinde bulunan Sulh Hukuk Mahkemesine bildirmeleri ile miras reddedilir. Burada iki önemli nokta vardır. Birincisi reddi miras işlemi, miras bırakanın ölümünden3 ay içerisinde yapılmalıdır. İkinci nokta ise miras bırakanın ölmüş olması ve mirasın ortaya çıkması gerekmektedir. Reddi miras beyanı ile miras bırakanın borçlarından kurtulma imkânı verse de mirasçı olma hakkını da elinden almaktadır.

MİRASIN REDDİ NE KADAR SÜREDE YAPILMALIDIR?

Mirasın reddi için kanunda üç aylık hak düşürücü süre öngörülmüştür. Buna göre miras bırakanın ölümünden veya mirasçının mirasçı olduğunu öğrenmesinden itibaren üç aylık süre içinde mirasın reddi talebinde bulunması gerekir. Bu süre yasal mirasçılar için mirasçı olduklarını daha sonra öğrendiklerini ispat etmedikçe miras bırakanın ölümünden itibaren, atanmış mirasçılar için tasarrufun kendilerine resmen bildirildiği tarihte işlemeye başlar. Bu süre içinde reddedilmeyen miras, mirasçı tarafından kabul edilmiş sayılır ve mirastan borçlarıyla sorumlu olur.

MİRASÇI MİRASI GEÇ ÖĞRENMİŞSE REDDİ MİRAS YAPABİLİR Mİ?

Normalde reddi mirasın kanuni süresi üç aydır. Ancak mirasçıları bu haklarını başka bir tarihte öğrenmişler ise bu tarihi ispat etmek kaydıyla süre öğrenme tarihinde itibaren başlayabilir.

• Kanuni mirasçı için bu süre öğrendikleri anda başlar. Eğer mirasçılık sıfatı daha sonradan öğrenilmiş ise öğrenildiği tarih başlangıç olarak kabul edilir. Yasal mirasçının ölüme bağlı tasarruf ile miras dışında bırakılmış olması halinde ret süresi bu tasarrufun iptal edildiğinin mirasçı tarafından öğrenildiği anda başlar.

• Atanmış mirasçı bakımından da ret süresi üç ay olup bu süre mirasçı olduklarını Sulh Mahkemesinin Vasiyetnameyi resmi olarak açması ve onlara tebliğ etmesi ile başlar. Miras sözleşmesi ile atanan mirasçılar için bu süre yasal mirasçılarla aynı şekilde işler. Bu sözleşme ile üçüncü kişi atanmış olması halinde vasiyetnamedeki gibi resmi bildirim ile başlar.

Süre kaçırılması durumunda mirasçılar kanıtlamak şartıyla mahkemeden süre isteyebilir. Önemli sebeplerin varlığı halinde sulh hâkimi yasal ve atanmış mirasçılara verilen ret süresini uzatabilir veya yeni bir süre verebilir. Bunun için taleple birlikte haklı bir sebep olmalıdır.

REDDİ MİRAS HAKKI HANGİ HALLERDE DÜŞER?

• Yasal süresi içinde mirası reddetmeyen mirasçı, mirası kayıtsız, şartsız kazanmış olur. Yani hem miras bırakanın tüm mirasına sahip olur hem de miras bırakanın çok fazla borcu varsa o borcu ödemek gibi bir sorumluluğu da doğmuş olur.

• Diğer haller:

1) Üç aylık ret süresi dolmadan mirasçı olarak terekenin olağan yönetimi niteliğinde olmayan ve miras bırakanın işlerinin yürütülmesi için gerekli olanın dışında işler yapmak suretiyle tereke işlerine karışırsa, bu durum mirasçının mirası örtülü olarak kabul ettiğini gösterir ve mirasçının mirası ret hakkı sona erer.

2) Mirası ret ederek mirastan feragat etmek isteyen mirasçı yazılı veya sözlü olarak miras bırakanın son yerleşim yeri Sulh Mahkemesine beyanda bulunabileceği gibi bu beyanı ilgililere de (diğer mirasçılar, vasiyet alacaklıları, tereke alacaklıları) yöneltebilir.

3) Mirasçılardan birinin ret süresi içinde terekeye ait bir malı gizlemesi veya kendisine mal etmesi halinde mirasçının ret hakkı düşer ve mirasçı mirası kabul etmiş sayılır.

REDDİ MİRASIN SONUÇLARI NELERDİR?

Miras kalan yasal mirasçıların birinin mirası reddetmesi durumunda onun payı, sanki o hayatta değilmiş gibi düşünülerek diğer yasal hak sahiplerine geçer. Mirası bırakan kişi aksini belirtir beyan ya da belge bırakmadığı sürece reddi miras yapan kişinin payı kendisine en yakın yasal hak sahibine pay edilir. Bu tip durumlarda alt soyların (mirasçının çocukları, torunları vs.) tümü mirası reddederse, bu pay bu sefer sağ olan eşe geçer. Mirasçılar reddi miras işlemini gerçekleştirirken kendilerinden sonra gelen mirasçılara mirası kabul edip etmeyeceklerinin sorulmasını talep edebilir. Bunu talep etmeleri halinde reddi miras yapıldığı, kişiden sonra gelen mirasçılara hâkim tarafından bildirilir ve mirasçılar buna bir ay içerisinde cevap vermekle yükümlüdürler. Bir ay içinde cevap verilmemesi durumunda diğer alt soylardan oluşan mirasçılar da mirası reddetmiş sayılırlar.

Hukukumuzda miras, Türk Medeni Kanunu 599. Maddeye göre; miras bırakanın ölümü ile mirasçılara derhal ve kanunen geçer. Bunun için mirasçıların mirasçı oldukların dair bir irade açıklamasında bulunmalarına gerek yoktur. Külli halefiyet ilkesi sonucu miras bir bütün olarak ve kendiliğinden mirasçılara geçer. Miras bırakanın alacak ve borçları da mirasçılara geçer ve mirasçılar bundan sadece tereke (miras bırakanın tüm malvarlığı) ile değil, kendi kişisel mal varlıkları ile de sorumlu olurlar. Örneğin bir adam öldüğünde çocukları onun mirasını kabullendiği zaman tüm mal varlıklarıyla onun borçlarından sorumlu olurlar ve varsa borçlarını aynı zamanda kendi kazandıkları mal varlıklarıyla ödemek zorunda kalırlar. Bunu önlemenin adı “reddi miras”tır.

Mirasın reddi hakkına yasal ve atanmış mirasçılar sahiptir. Yani kanunun tanıdığı mirasçılar kendilerine verilen süre içerisinde reddi miras talebinde bulunabilir. Normalde mirasçı, miras bırakanın terekesi üzerinde külli halefiyet ilkesi gereğince hak sahibi olan kişilerdir. Bunlara sağ kalan eş, miras bırakanın alt-üst soyu girmektedir. Yani miras bırakanın eşi, çocukları, torunları, anne ve babası ile birlikte kardeşleri ya da üst zümre adı verdiğimiz büyükanne ve büyükbaba girmektedir. Kanunen yasal mirasçılar bunlardır ve reddi miras talebinde bulunabilirler. “Atanmış mirasçı” ise miras bırakanın vasiyetname ile önceden belirlediği veya mahkemenin vermiş olduğu bir hükümle kayyım olarak atanan, terekeden sorumlu olan görevli kişidir. Bu mirasçılar da reddi miras talebinde bulunabilir.

Medeni Kanunumuzda 609. Madde’ye göre ayırt etme gücüne sahip ve 18 yaşını geçen mirasçıların yazılı veya sözlü olarak mirası reddettikleri yönünde beyanlarını, miras bırakanın son yerleşim yerinde bulunan Sulh Hukuk Mahkemesine bildirmeleri ile miras reddedilir. Burada iki önemli nokta vardır. Birincisi reddi miras işlemi, miras bırakanın ölümünden3 ay içerisinde yapılmalıdır. İkinci nokta ise miras bırakanın ölmüş olması ve mirasın ortaya çıkması gerekmektedir. Reddi miras beyanı ile miras bırakanın borçlarından kurtulma imkânı verse de mirasçı olma hakkını da elinden almaktadır.

Mirasın reddi için kanunda üç aylık hak düşürücü süre öngörülmüştür. Buna göre miras bırakanın ölümünden veya mirasçının mirasçı olduğunu öğrenmesinden itibaren üç aylık süre içinde mirasın reddi talebinde bulunması gerekir. Bu süre yasal mirasçılar için mirasçı olduklarını daha sonra öğrendiklerini ispat etmedikçe miras bırakanın ölümünden itibaren, atanmış mirasçılar için tasarrufun kendilerine resmen bildirildiği tarihte işlemeye başlar. Bu süre içinde reddedilmeyen miras, mirasçı tarafından kabul edilmiş sayılır ve mirastan borçlarıyla sorumlu olur.

Normalde reddi mirasın kanuni süresi üç aydır. Ancak mirasçıları bu haklarını başka bir tarihte öğrenmişler ise bu tarihi ispat etmek kaydıyla süre öğrenme tarihinde itibaren başlayabilir.

• Kanuni mirasçı için bu süre öğrendikleri anda başlar. Eğer mirasçılık sıfatı daha sonradan öğrenilmiş ise öğrenildiği tarih başlangıç olarak kabul edilir. Yasal mirasçının ölüme bağlı tasarruf ile miras dışında bırakılmış olması halinde ret süresi bu tasarrufun iptal edildiğinin mirasçı tarafından öğrenildiği anda başlar.

• Atanmış mirasçı bakımından da ret süresi üç ay olup bu süre mirasçı olduklarını Sulh Mahkemesinin Vasiyetnameyi resmi olarak açması ve onlara tebliğ etmesi ile başlar. Miras sözleşmesi ile atanan mirasçılar için bu süre yasal mirasçılarla aynı şekilde işler. Bu sözleşme ile üçüncü kişi atanmış olması halinde vasiyetnamedeki gibi resmi bildirim ile başlar.

Yazının Devamını Oku

Boşanmada mal paylaşımı nasıl yapılır?

8 Kasım 2019
Eşler, evlenirken tüm mal varlıklarını Medeni Kanunu’nun kendilerine çizmiş olduğu sınırlar çerçevesinde belirlerler. Evliliklerini bitirerek boşanmak isteyen eşler, kendi aralarında belirledikleri bir protokolle mal varlıklarını paylaşabilirler ancak boşanma sürecinde mal paylaşımı, mahkemenin kesin boşanma kararını verdikten sonra, kural olarak evlilik içinde edinilmiş malların eşit bir şekilde paylaşılması esasına dayanır.

Yani eşlerin evlendikten sonra edindikleri mal varlığı evlilik içinde edinildiği için boşanma sırasında ikiye bölünecektir. Ve ancak boşanma kesinleştikten sonra yapılabilecektir.

Mal paylaşımı Türk Medeni Kanunu’nda yeni yeni düzenlemeye geçmiştir. 01.01.2002 tarihinden itibaren eşler tarafından aksi kararlaştırılmadıkça boşanma halinde mal paylaşımı rejimi olarak “edinilmiş mallara katılma rejimi” hükümlerinin uygulanacağı kabul edilmiştir. Yani eşler ister kendi aralarında bir mal paylaşımı rejimi kararlaştırabilirler veya isterlerse kanunun kendilerine tanıdığı rejimi yani edinilmiş mallara katılma rejimini uygularlar. Kendileri kararlaştırmadıkça hâkim kanunun öngördüğü mal rejimini uygulayacaktır.

Kanuna göre; her eş diğer eşin evlilik içinde edindiği malların yani “edinilmiş mal” niteliğindeki mallarının yarısının değeri üzerinde alacak hakkına sahiptir. Ortada bir malın bir değeri vardır ve bu malın değerinin üstünde bir miktarı diğer eş talep edebilir. Buna “katılma alacağı” denmektedir. Eş, bu hakkı boşanma davasında değil ayrı bir dava olarak ‘katılma alacağı davası’ açarak talep edebilir. Bu dava uygulamada boşanma davası açıldığı zaman ayrı bir dava olarak açılmaktadır.

Edinilmiş mallara katılma rejiminin başlama anı, kanun gereği eşler mal rejimi sözleşmesi ile başka bir mal rejimi belirlememiş ise evlenme anıdır. Hâkim eşlerin evlendikleri tarihi dikkate almaktadır. Örneğin, eşler kendi aralarında bir mal rejimine karar verdiler ancak sonra fikir değiştirip edinilmiş mallara katılma rejimini seçtiler. Buna göre ise, sözleşme anı rejimi değiştirdiklerindeki sözleşmenin başlama anıdır.

Katılma rejimi; edinilmiş mallar ile eşlerden her birinin kişisel mallarını kapsar. Edinilmiş mal demek her eşin bu mal rejiminin evliliğin devamı süresince maddi- manevi karşılığını vererek elde ettiği malvarlığı değerleri demektir. Edinilmiş mal ile kişisel mal farklı olup ikisi de aynı rejimin bir parçasıdır. Kanunda bir eşin edinilmiş mallarının özellikleri şu şekilde sıralanmıştır:

Edinilmiş malların yerine geçen değerlerdir.

Kanun gereğince ise kişisel mal sayılanlar ise şunlardır:

Kişisel mallar yerine geçen değerlerdir.

Yazının Devamını Oku

Anlaşmalı ve çekişmeli boşanma arasındaki farklar nelerdir?

8 Ekim 2019
Medeni Kanunca belirlenmiş olan boşanma sebepleri arasında zina, karşı tarafın hayatına kast etme, kötü davranış, suç işleme, terk, akıl rahatsızlığı ve evliliğin devam edemeyecek duruma gelmesi, yani birliğin bozulması vardır. Bu nedenle eşlerin ilk olarak boşanmayı hangi sebebe dayandıracağını belirlemesi gerekir. Daha sonra avukat vasıtasıyla süreç başlatılır ve hukuka uygun şekilde devam ettirilir.

Bu süreçte eşlerin anlaşmalı mı yoksa çekişmeli mi boşanacakları kararlaştırılır. Çünkü bu ayrım, yapılacak olan yargılamayı etkileyecektir. Bazı durumlarda taraflar anlaşarak boşanmaya karar verseler de ortaya konan bir velayet veya mal varlığı söz konusu olduğunda taraflar fikirlerini değiştirerek anlaşmalı boşanmayı çekişmeliye çevirebilmektedir. 

Medeni Kanun'da anlaşmalı boşanma 166. Maddenin 3. Fıkrasında hüküm altına alınmıştır. Bu maddeye göre eşlerin anlaşmalı olarak boşanabilmeleri için bazı şartlar aranmaktadır. Bu şartlar şunlardır:

Çekişmeli boşanma davalarında yukarıda belirtilen hususlar konusunda anlaşmaya varılamazsa tarafları uzun bir yargılama süreci bekler. Özellikle çiftlerin en çok anlaşamadığı konu çocukların velayetidir. Ayrılmaya karar veren eşler karşılıklı olarak bu velayeti isterler. Bu konuda kararı, çocuğun yaşam standartlarını ve geleceğini göz önünde bulundurarak hâkim verir. Sadece velayet konusunda değil aynı zamanda eşlerden biri mal paylaşımı veya nafaka gibi durumlarda da anlaşmazlık çıkarabilir.

Karşı taraftan farklı taleplerin bulunulduğu çekişmeli boşanma davalarında yargılama uzun sürmektedir. Anlaşmalı boşanma gibi tek celsede tamamlanmaz, birkaç duruşma sürebilir. Süreç boyunca takip edilmesi gereken birtakım detaylar bulunur. Bu detayların takibi için konusunda uzman bir avukatla ilerlemek gerekir.

Boşanma davası açıldıktan sonra hâkim dava süresince ortaya çıkabilecek olumsuz durumlara karşı geçici önlemler almak zorundadır. Bu geçici önlemler arasında eşlerin barınma, geçinme, müşterek çocukların eğitim vs. masrafları için nafaka tedbiri yer almaktadır. Eşler arasında şiddet durumu söz konusu ise hakim 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunu’na göre uzaklaştırma kararı ve geçici koruma tedbirleri verebilir. Ayrıca dava sonucunda tazminata veya paylaşıma konu olacak malların yönetimine ilişkin de tedbir kararı verilebilir.

SOSYAL MEDYA YAZIŞMALARI MAHKEMEYE DELİL OLARAK SUNULUR MU?

Yazının Devamını Oku