Paylaş
Bu “devrim” yeni yerli otomobildir. Siyasi tarihimizin utanç veren olaylarından biri 27 Mayıs vakasıdır. 1960’da hükümet darbesini yapanlar, hareketlerine Atatürk’ten esinlenerek, inkılâp (devrim) demişlerdi. İnkılâp, “kâlb” yani “değişim-dönüşüm” kökünden türemiş bir sözcüktür. Türkçe hocalarımız bize eğer “inkilâp” yazarsanız çok kötü olur, o zaman kelime “kelb” yani köpek kökünden türemiş olur ve “köpekleşme” anlamına gelebilir derlerdi. Bugünün liberal aydınların hepsi geçmişte komünist idi. Onlar ve onların türevleri, bu darbeyi uzun süre yere göğe koyamamıştır. Neyse, işte o meşum olayın mimarları, halkın geri kalmışlık ezikliğini yenmek için bir “yerli otomobil” yapılmasına karar verdi. Eskişehir DDY atölyelerinde bir prototip yapıldı. Bu örnek araca da kendi hareketlerinin adını uygun gördüler. Ona “devrim” dediler.
İLK LİBERALLEŞME VE MİLLİ KORUMA
1950’de Demokrat Parti iktidara gelince, Merkez Bankasında mevcut döviz rezervlerine ve alınacak dış yardıma güvenerek ithalatı liberalleştirdi. Nasıl Turgut Özal’ın liberalliği “Çikita muz”la özdeşleşmişse o günün serbest ithalatı da sokak pazarlarında satılan “çalar saat”lerle somutlaşmıştı. Beş yıl içinde “yüksek enflasyon-düşük devalüasyon” politikası sonucunda eldeki dövizler bitti. İthal mal kıtlığından fiyatlar artmaya başladı. Mademki enflasyon, fiyat artışı demektir; öyleyse fiyat artışı yasaklanırsa, enflasyon da kendiliğinden biter dendi. Bu amaçla 1955’te “Milli Koruma Kanunu” çıktı. Tabii bu sefer çarşıdaki yerli mallar da bitti. Halk, “Milli Korunma Kanunu” oldu “Milli Kurutma Kanunu” demeye başladı.
İTHAL İKAMESİ Mİ, İHRACAT TEŞVİKİ Mİ?
Aynı yıllarda harp malulü Almanya, Japonya, Kore gibi ülkeler “pahalı döviz” politikası ile ihracatlarını arttırarak büyüme politikası izlemeye başladılar. İş adamlarına “Hattı ihracat yoktur, sathı ihracat vardır; bu satıh tüm dünya ülkeleridir” direktifi verildi. Bu suretle o ülkelerin sanayi kuruluşları büyüdü ve “ölçek ekonomisi” ile rekabet gücüne kavuştu. Türkiye ekonomisini yönetenlerin zihinlerinde iki saplantı vardır. Birincisi “kendi kendine yeterli olmak” ikincisi de “Türk parasının değerini korumak” tır. Bu iki vektörün bileşkesinden “ithal ikameciliği” veya diğer bir değişle “küçük iç pazara dönük küçük fabrikalar” çıkmıştır.
YERLİ OTONUN OLMAMASI İKTİSADİ TERCİH
İşletmecilik eğitimi almaya başladığım o yıllarda hocalarımız, bir otomobil fabrikasının kârlı çalışması için yılda en az 200 000 adet üretim yapması gerekir derlerdi. Türk iç piyasası ise 5-10 bin adet dolayındaydı. Pek tabii politika, “ithal ikamesi” olunca, bu ölçeğe ulaşılamazdı. Dolayısıyla yerli otomobil yapılamadı. Bunca yıl sonra, serbest ekonomi sevdalısı AKP’nin, 27 Mayısçılar gibi illa da yerli otomobil üretilsin diye “ulusalcı bir proje” ile ortaya çıkmasına şaşıyorum doğrusu. Eğer Türkiye’de makro ekonomik ekonomi politikaları yerli markalı otomobil üretimine uygunsa bu işi, İstanbul’da yaşayan Anadolu kaplanları devlete yük olmadan evvel Allah kıvırırlar. Aksi takdirde devlet zoruyla yerli otomobil üretmeye kalmak, “yandaş zengin etmek” ve “bütçeye yük getirmekten” başka bir sonuç yaratmaz.
Son Söz: Otomobil fabrikalarının dini ve milliyeti yoktur.
Arda Gedik
1983 yılında benim Hürriyet ailesine katılmamı isteyen Arda Gedik olmuştur. Arda Gedik sıra dışı bir insandı. İki özelliği beni hep ona hayran bırakmıştır. Birincisi girişimciliğidir. Arda’nın zihninde daima bir proje stoku mevcuttu. Çok işe girişti; doğal olarak bir kısmında çıktı, bir kısmında battı. İkinci ve belki de daha büyük özelliği “aktif dinleme yeteneği” idi. Arda anlatılanları, anlatandan daha fazla dikkat sarf ederek dinlerdi. Ruhu şad olsun.
Paylaş