Paylaş
Hazırlamakta olduğum bal belgeselinin çekim listesini yaparken ilk sıraya koyduğum konulardan biri ‘mad honey’ yani ‘deli bal’dı. Zehir mi yoksa şifa mı diye çok tartışılan bu balın çekim yeri için sadece birkaç alternatifim vardı: Nepal, Brezilya ve Türkiye. Özellikle Nepal’de canları pahasına ip merdivenlerle kayalıklardan aşağı derin boşluklara kendilerini sarkıtıp bu yaban ballarını toplayan Gurung kabilesini son birkaç yıldır ziyaret etmek istiyordum. Kabilenin yaşadığı bölgede, Himalayalar’ın sarp kayalıklarının her biri; hayatını bu bal uğruna kaybedenlerin ismini taşıyor. Gurung kabilesinin bal avcıları tüm dünyanın ilgisini çekiyor. Ama etrafta turizmin artması, ekosistemin değişmesi onların işini de negatif yönde etkilemiş. Geleneklerin duyarsız endüstrilerle baş etmesi maalesef her zaman mümkün olmuyor. Nepal pandeminin başından bu yana, karantinalı kırmızı listede. Sırf bu balı yemek için Amazon ormanlarına özel seyahatler düzenlenen Brezilya’da da durum farklı olmayınca deli balın izini sürmek üzere rotamızı Rize’ye çevirdik...
Bu işi en doğru kim yapıyor diye araştırdığımda tüm yollar beni Hasan Kutluata’ya çıkardı. Siz de benim gibi adını muhtemelen ilk kez duyuyorsunuzdur ama Hasan’ı neredeyse tüm dünya tanıyor. BBC için özel bir televizyon çekimine de katılmış, The Guardian’da bir makaleye konu da olmuş. Hasan’la buluşmak üzere Rize’nin Fındıklı kasabasına gittik, oradan Yaylacılar Köyü’ne çıktık ve güzel eşi Emine ve babasını da alıp birlikte arabayla tepeleri tırmanmaya başladık. Tek bir aracın zar zor geçtiği, bir yanı dik yamaçlı daracık yollarda 45 dakika kadar gittik. Bölgenin yüksek rakımlı noktalarından birine çıktığımızda arabayla devam etmek artık imkânsızdı.
Ebru Erke (en sağda) Rize’de, karakovan bal üretimi yapan Hasan Kutluata (soldan ikinci) ve ailesiyle birlikte.
ARICININ EN BÜYÜK DÜŞMANI AYILAR
Uçurumun hemen üzerine inşa edilmiş, dört yanı açık ahşap minik kulübeye çıkmak üzere hazırlıkları yaptık. Uzun merdiveni kulübeye dayadığımızda çekindiğimi gören Hasan “Merak etme, bir şey olmaz, bunlar ne ki! Babam ağaçların üzerine, ayıların ulaşamayacağı kadar yükseğe koyardı ahşap tankları. Kaç kere düştüm bilmiyorum” diyerek bana kendimi güvende hissettirmeye çalıştı.
Ayılar arıcının en büyük düşmanı. Elektrikli veya dikenli tellerle ayıları uzak tutmaya çalışıyorlar. Hatta bir keresinde kovanlarından birini yiyen ayının peşine düşen Hasan saldırıya uğramış, ayıyla boğuşmuş ve ölümden dönmüş.
Karakovan deli bal üretimi sadece yüksek rakımlı bazı bölgelerde yapılabiliyor. Çünkü bir balın ‘deli olabilmesi’ için arıların, ‘rhododendron’ familyasına ait bitkilerden nektar alıp bal üretmesi gerekiyor. Bu familyadaki bitkilerin bir kısmında ‘grayanotoksin’ adlı toksik yani zehirli bir madde oluyor ve bu da balı yiyenlerde farklı yan etkilere yol açıyor. Karadeniz’de yüksek rakımlı yaylalarda sıklıkla rastladığımız ‘komar’ yani ormangülü de ‘rhododendron’ familyasına ait ve bu bitkinin balında da ‘grayanotoksine’ rastlanıyor. Özellikle mor renkli komarın balının çok çarptığı söyleniyor. “Madem bayıltıyor, yiyeni kendinden geçiriyor; insanlar niye bu balı tüketiyor” diye sormadan edemiyorum. “Bir tat da sonra konuşalım” cevabını alıyorum.
Rengi yer yer kızıl, yer yer koyu kahverengiye çalan, tane tane polenleri üzerinde olan petek baldan bir parça koparıp çekinerek tadıyorum. Normalde tansiyonum düşüktür, haliyle tereddüt ediyorum. İnanılmaz bir deneyim. Şeker oranı düşük, yoğun bir tadı, hafif çiçeksi aromaları var. Bariz bir ekşilik hissediliyor. Polen taneleri ağızda eridikçe ekstra bir tat katıyor. Özetle; çok lezzetli. İkinci parçayı almakla almamak arasındayım ama kendime hâkim oluyorum neyse ki, bir yan etkisi de olmuyor böylece.
Benim gibi tereddütte kalmayıp bolca yedikten sonra hastane acilinin kapısına giden çokmuş. Hipertansiyonu olanlar da kullanıyormuş. Bir de vücudun bağışıklığını güçlendirdiğine inananlar var. Ama doktorlar uyarıyor. Bu balı yedikten sonra dolaşımsal ve kardiyak etkilerle nabız ve tansiyon düşüklüğü oluyormuş. Geçici bilinç ve görme kaybıyla terleme ve bayılma da diğer önemli yan etkiler. Yüksek miktarda (iki yemek kaşığı fazlası) tüketimden muhakkak kaçınmak gerektiğini de önemle söylüyorlar.
Deli bala ait hikâye de çok... Bir arkadaşım, ninesinin 2. Dünya Savaşı sırasında işgalci Rus askerlerine deli bal yedirip baygınlık geçirenleri bağlayarak köylerini nasıl kurtardıklarını anlattığından bahsetti. Benzer hikâyelerin geçmişi MÖ 400’lü yıllara kadar dayanıyor. Yani tarihte deli balla bayıltılıp geri püskürtülen veya savaş kaybeden asker rivayetlerine bolca rastlanıyor. Belki de bu baldan yüzyıllardır vazgeçilememesinin altında belleğimizde kalan bu kolektif hikâyeler yatıyordur, ne dersiniz?
Paylaş