Savaşa girip girmeyeceğimiz yüzde yüz kesinlik kazanmış değilse de memleket muharebe alanına döneli çok oluyor.
Hemen her gün karşılaştığımız haberlerden bir örnek: ‘‘Taksim'deki Savaşa Hayır eyleminde taşlar havada uçtu, bankaların, mağazaların vitrinleri parçalandı. Göstericilerden bazıları, polisleri ve İstiklal Caddesi'ndeki iş yerlerinin camlarını taşladı. Daha sonra dağılarak, Tarlabaşı Bulvarı’na doğru ara sokaklara girdiler. Burada geri dönerek polise taş ve sopayla saldıran göstericilere güvenlik güçleri göz yaşartıcı bombalarla karşılık verdi. Bayan polislerin ve polis köpeklerinin de görev yaptığı eylemde 20 kişi gözaltına alındı.’’
Anlayacağınız, savaş karşıtı olabilirler ama kesinlikle pasifist değiller. Bizimkiler daha ziyade; ‘‘Çivi çiviyi söker’’ felsefesine takılıyor. ‘‘Savaşa ne gerek, biz birbirimizi zaten haklıyoruz,’’ hesabı...
‘‘Akım’’ demeye çalışırken, büyük abdestimizden dem vurmak, milli karakterimizin bir uzantısı gibi.
Bir taraftar, takımının kazandığı zafere sevinmeyegörsün, o civarda yanılıp da balkon sefası yapan kimseyi affetmez. Derbi sonrasında kuş gibi avlananlara dair zayiatı bildiren haberler, neredeyse trafik kazaları gibi, kanıksanmış bir klişeye dönüşmüş durumda.
Dünya Kupası'nda üçüncü olduğumuz tarihlerde yaşanan ‘‘sevinç gösterileri’’ dün gibi hatırımızda. Adamın biri, şahsi otomobilini Taksim Meydanı'nda üzerine bir bidon benzin dökerek yakmıştı. ‘‘Sevinçten okulu eken’’ bir çocuk, ‘‘Bu vatan-millet meselesi; Milli Takım için feda olsun!’’ diye bağırıyordu. Tarih sınavında Kurtuluş Savaşı'ndan soru gelmesi halinde, kendi İstiklál Harbi'ni anlatır diye hesaplıyordu herhalde: ‘‘Ergün muhteşem sol ayağıyla ortaladı; İlhan topu gole çevirdi... Bütün millet sokaklara dökülüp, taş ve sopalarla ankesörlü telefon kulübelerine giriştik ve 'Avrupa Avrupa, duy sesimizi!' diye bağırdık.’’
Düğünlerin yüzde 80'inde muhakkak yumruk yumruğa bir arbede çıkar. Gelinlerin kuaför elinden çıkan makyajları, gözyaşıyla sulanıp mundar olmazsa nikah düşmez. Köy düğünlerine katılan korucuların elbombalarını vestiyere bırakmayı unutması sonucu, halay ekibi havaya uçar, biz buna mukadderat deriz.
Zihnimize; ‘‘İnsan eğlenmekten ölür mü?’’şeklinde abesle iştigál bir soru düşüren ‘‘eller havaya kültürü’’ mensuplarına değinmiyorum bile. Allah aşkına, garson ceketi yakmak, nasıl bir eğlence anlayışıdır? Televole'lerden birinde hayata inat, ölümüne eğlenen bu tiplerin görüntüleri yayınlanırken bir dostumuz hezeyan halinde dile gelmişti: ‘‘Oha! Bunlar yakında eğlenmek için garson da yakar!’’ Olmaz olmaz demeyin, burası Türkiye, olmaz olmaz.
Bol sevinçli, neşeli, mutlu günler dileyerek bağlayalım. Ama o meş'um
Türk deyişine de kulaklarınızı
tıkamayın e mi: ‘‘Çok gülme,
sonra ağlarsın...’’
Düğün ne zaman?
Hemen her semtte bulunur hani: Mahallenin çöpçatan teyzesi... Bunlar ekseri şen dul olur ve kendilerince birbirlerine yakıştırıdıkları kızlarla oğlanları başgöz etmeye çalışır, onların muhtemel ‘‘mürüvvet’’lerinden kendilerine gurur payı çıkarırlar. Magazin basını da medyanın çöpçatan teyzesi gibi. ‘‘Biri erkek-biri dişi iki kişi’’ yanyana gelmeyegörsün, mevzu direkt; ‘‘Evlilik ne zaman?’’a bağlanıyor. Birlikte olmaya başladıkları günden beri Tuğçe Kazas ya da Kenan Doğulu ile yapılmış, içinde izdivaç, evlilik, dünyaevi, vb kelimelerinin geçmediği tek bir röportaj ya da haber okuyanınız var mı?
Üstelik, ikili sırf bu sorulara cevap yetiştirmekten yorulup, evlenmeye kalksalar, bu kez de harıl harıl; ‘‘Yoksa boşanıyorlar mı?’’ haberi döşenmeye başlayacaklar biliyorsunuz. Baksanıza, yıllardır bir yandan Kaya Çilingiroğlu, bir yandan basın uğraşıp duruyor, Hülya Avşar'a kocayı boşatamadık gitti...
Doktordan talk-show
Atatürk'ün; ‘‘Beni Türk doktorlarına emanet edin,’’ derken, bir bildiği varmış. Yalnız, herhalde o günlerde, kendimizi Türk doktorlarına emanet edebilmek için pasaport ve vize almamız gerekeceğini öngörememişti. Malum, memlekette en yoğun beyin göçü, tıp sektöründe yaşanıyor. Almanya'nın en iyi 10 doktorunun sıralandığı bir listede, beş Türk'ün bulunduğunu gördüğümüzde gözlerimiz, hem gurur hem de hicap duygularıyla yaşarmıştı. Nitekim, Amerika'nın en popüler kalp cerrahı Mehmet Öz de, People dergisi tarafından ‘‘ABD'nin en seksi doktoru’’ ilan edilmekle kalmadı, engin bilgi dağarcığından ve yakışıklı simasından herkes nasiplenebilsin diye bir TV programı yapması uygun görüldü. Öz, ya da orada çağrıldığı şekliyle Oz, bu aralar Discovery Channel'da yayınlanacak bir talk-show hazırlamakla meşgul; ilk konuğun Oprah Winfrey olacağı, şimdiden kesinlik kazanmış durumda. Kendilerinden yakın zamanda bir Türk'ü de konuk etmesini bekliyoruz; belki oturup bu topraklarda yeşermiş cevherlerin, neden bu topraklarda yetişemediğini tartışırlar.
Bir ben var magazinden içeri
Sık sık kulağımıza çalınan bir klişedir; en son Şenay Akay buyurmuş: ‘‘Bir Şenay var, bir de Şenay Akay...’’ Yok, öyle ‘‘Bir ben var, benden içeru,’’ tipi, felsefi bir söylem değildir bu, daha ziyade şöhretli şahsiyetlerin dilinden düşürmediği, özellikle de neden bir türlü kendilerine uygun bir kadın-adam bulamadıklarını izah ederken başvurdukları bir diskurdur... Beyaz mesela, sık sık kullanır: ‘‘Beyaz'a mı geliyorlar, Beyazıt'a mı bilemiyorum, dolayısıyla samimi bir ilişki kuramıyorum...’’ Birisi bir gün bana, bu kompleksi açıklayacak diye umuyorum. Benim bildiğim insan, sosyal bir hayvandır ve
mesleği, bir yetişkinin ‘‘kişiliğinin’’ uzantısıdır. Yani, biri beni sevecekse, gazeteciliğimi de sevsin isterim. Doktorlar doktor gibi, bankacılar bankacı gibi, kuaförler kuaför gibi yaşarlar. Biri de çıkıp, örneğin; ‘‘Bir ‘‘Murtaza var, bir de Murtaza Zırtapoz. Birlikte olduğum kadın, Murtaza'ya mı geliyor, yoksa Zırtapoz'a mı şüpheliyim,’’ falan demez. Nedir yani, kameralar üzerlerine yönelince, kişilikleri mitoz bölünmeye falan mı uğruyor? Kaldı ki, bize ne yani, onların sosyal kimliklerinden arınmış, saf ve billur hallerinden; bize bir Şenay Akay, yetiyor da artıyor bile...
Stiline kurban
Futbolcuların geçirdiği evrim hakikaten takdire şayan. Hatırlarsınız, yakın bir tarihe kadar, tipsiz, paçoz bir adamın tasvirinde genellikle; ‘‘Futbolcu kesimi saç modeli, şalvar kotun içine sokulmuş yavruağzı kazak, beyaz çorap,’’ şeklinde ilerleyen tarifler kullanılırdı. Şimdilerde öyle mi ya? David Beckham, yalnız İngiltere'nin değil, dünyanın en şık erkeği olarak tanınıyor, üzerine ne
giyse, saçını hangi model kestirse, dünya çapında moda yaratıyor. Keza, bizim ‘‘topçular’’ da evrime uydular: Emre ve Okan'ın ‘‘İtalyan şıklığı’’, İlhan Mansız'ın ekol yaratan tarzı, Ümit Davala'nın Hülya Avşar'dan bile sık değiştirdiği ve her biri moda olan saç modelleri... Yalnız maalesef moda dergilerindeki kıyafetleri birebir kopyalamakla stil sahibi olunamıyor. Yani bizimkiler şu tarz meselesini biraz abarttılar, nasıl desem kendilerini yılbaşı ağacı gibi süslüyorlar. Geçenlerde magazin programlarından birinde kıyafetine not verilen Emre Belözoğlu'na bakarken, resmen başımız döndü, dimağımız bulandı. Naçizane tavsiyemiz, isabetli bir deyiş olan; ‘‘Less is more / Az, aslında çoktur’’ mottosuna kulak vermeleri yönünde olacak. İlle ki örnek vermek gerekirse, Pascal Nouma'nın üzerine gül koklamayız.