Haberi okumuşsunuzdur: Fiji Adaları'ndaki Nubutautau kabilesi, düzenledikleri bir ayinle, Londra Misyonerler Örgütü'ne bağlı Thomas Baker adlı İngiliz misyonerin akrabalarından özür diledi.
Sebep, atalarının 136 yıl önce, Thomas Baker'ı yemiş olması! Ai Sorotabu isimli barışma töreninde, Avustralya'dan gelen 11 akrabaya 100 nadir balinanın dişlerinin yanı sıra Baker'dan kalan incil, tarak ve botlarının tabanı da iade edilmiş. Nubutautau'lular, Baker'ı 21 Temmuz 1867'de, kabile şefini küçümseyici harekette bulunduğu için pişirmişler. Ancak ne kadar çabalasalar da Baker'ın botlarını yemeyi başaramamışlar, botların tabanları boğazlarından geçmemiş, iyi mi!
Buyrun işte; medeniyetse medeniyet... Sorarım size, şimdiye dek bir sığır ya da tavuk çiftliğine gidip de danalardan, tavuklardan özür dilemişliğiniz var mıdır?
Hatta iddia ediyorum ki Nubutautau'lu arkadaşlar, medeniyetten ve zarafetten yana sözümona muasır medeniyetlerin topuna rahmet okutur. Duble medeniler yani... Aynen öyle...
Yamyam toplumları, ‘‘medeni’’ toplumlar tarafından niçin aşağılanır, ben kendi adıma anlayabilmiş değilim zira. Adamların birini öldürürken, karnını da doyurmak gibi belli, aleni ve kesinlikle mákûl bir amacı oluyor; fena mı? Saygıdeğer bir yaklaşım bence.
Yani sen okyanuslar ötesinden kalkıp, ismini cismini bilmediğin topraklara git, onlara kendi kültürünü empoze etmeye çalış, yetmiyormuş gibi bir de kibirli bir tavır güt, koskoca şefi aşağıla. Adamlar en azından lütfetmiş de yemişler Baker'ı... Zannımca misyonerin sülalesinin minnet bile duyması lázım kabile halkına. Neresinden baksanız, durumda bir iştiha, ağız tadı, lezzet söz konusu; bir nevi şereftir yani. ‘‘Bu herifin kaba etini ağzıma bile sürmem kardeşim’’ de diyebilirlerdi. Fakat adamlar tamah etmişler, misyonerin etinden, butundan, hatta botundan bile faydalanmışlar.
Dünyanın kendilerini hiiiç alákadar etmeyen yerlerine gidip, yok petrolüydü, yok doğal kaynaklarıydı, gasp edebilmek için nafile savaşlar çıkaran, bu ‘‘uğur’’da hiçbir ‘‘fedakárlıktan’’ (O fedakárlığı yapmak, o ‘‘şerefli’’ mertebelere ulaşmak da ne hikmetse hep ‘‘sıradan’’ vatandaşların çocuklarına nasip olur; ayrı... El şeyiyle hovardalık kolaydır elbet.) ve harcamadan kaçınmayan ‘‘medeni kültürler’’ de bari telef ettikleri halkları yese de işledikleri cinayetler bir fayda sağlasa.
Dünya'nın Nubutautau'dan öğreneceği çoook şey var azizim. Resmi bir davetiye yollamak suretiyle Dünya'nın bu ‘‘muasır’’ yanına birkaç misyoner yollamaları sağlanabilir mi acaba?
Ha Fahrettin ha Cüneyt; kodu mu oturtur valla!
Cüneyt Arkın'a hastayım; gerçekten... Bundan yıllar önce, kendisiyle röportaj yaparken, paralize olmuş tavşan gibi kalakalmıştım. Bu dediğim hayatımda bir onun karşısında başıma geldi, bir de Sezen Aksu'nun; öyle söyleyeyim... Arkın, geçtiğimiz hafta AKP'nin kendisine belediye seçimleri için adaylık teklifi götürme ihtimaliyle gündemdeydi. Fakat sonradan AKP işinin yattığını duyduk. Sorun ne dersiniz? Cüneyt Arkın'ın esas isminin Fahrettin Cüreklibatur olması! Seçmenler, bu isimle aday olacak Cüneyt Arkın'ın ‘‘İstanbul'u Kurtaracak Adam’’ olduğuna uyanamayabilirmiş. İyi de bu adaylar, melekelerine göre mi seçiliyor, yoksa salt ‘‘vitrin mankeni’’ bábında mı? Hem insan korkmaz mı yahu? Ya Cüneyt Arkın partiye beyaz eşya mağazası muamelesi çekip, ‘‘Nihiaaaa-hoyyytttt!’’ nidalarıyla ve uçan tekmelerle girişirse? Ha Cüneyt atmış, ha Fahrettin, tahminen tekmesi acıtır yani.
Bir oryantalizm kopması ki, az daha ortalığı kesif baharat kokusu basacak
Málûmunuz olduğu üzre, Sertab Erener'in İngilizce single'ı ‘‘Here I Am’’ için çekilen klip, Kırkpınar camiasını birbirine düşürdü. Pehlivanların cinsel meta olarak kullanılmasına itiraz edenler, ata sporunun aşağılandığını iddia edenler, her tür reklam iyidir mantığından yola çıkıp ellerine sağlık diyenler... Klip, bu kez hamamda, had safhada oryantalist bir yaklaşımla çekilmiş. Buğulu bir atmosferde, sereserpe uzanmış bir grup güzel kadın, ortada güreş tutan iki pehlivanı izliyor. O deli zırvası tabirle ‘‘seviyeli bir erotizm’’ söz konusu yani... (Pek ‘‘kolalı’’ bir toplumuz ya, sarfedilen her üç kelimenin biri düzey, öbürü seviye, üçüncüsünü de uyarına göre koyverin gitsin: Düzeyli ıvır, seviyeli zıvır... ) Neyse ya... Bizim kimi cankuşlarla esas kafamıza takılan, Sertab Erener'in yaklaşımı... ‘‘Everyway That I Can’’in klibi haremde, ‘‘Here I Am’’in klibi hamamda geçiyor. Bir oryantalizm kopması ki, zorlasalar ortalığı kesif bir baharat kokusu basacak, nargile dumanından göz gözü görmeyecek. Bizim bildiğimiz oryantalist bakış, Batılılar'da olur. Yani Batılı gözüyle Doğu'ya bakmaktır, gördüğünü bir Batılı'nın yorumuyla ifade etmektir. Diyelim ki Sertab Erener pek çoğumuz gibi kendi ülkesinde asimile olmuş, memleket gerçeklerine yabancılaşmış biri. Böylesi ‘‘espri’’lerden haz duyuyor. İyi, peki de, o zaman Erener'in Eurovision'u kazandıktan sonra MTV'ye verdiği röportajda, stüdyoya döner filan gelmesi üzerine attığı tribe ne demeli? Bu ne perhiz, bu ne döner abi?..