Geçtiğimiz haftanın en komik haberlerinden biriydi: Ayrılmaz kankalar Bülent Ersoy ve Oya Aydoğan, yazın tığ gibi olmaya ahdetmiş, bir diyet uzmanının kapısını çalmışlar.
Sonraki gelişmeleri, Aydoğan'ın ‘‘tray-lay-lom’’ belágatıyla birebir alıntılıyoruz: ‘‘O gün birbirimize söz verdik. Akupunktur ile tedavi olacaktık. Doktordan çıktık, karşıda İskender Kebapçısı'nı görünce ben onun, o da benim gözüme baktı. 'Bi kereden bişi olmaz,' dedim. Bülent Hanım zaten hevesli. Restorana girdik. O gün verdiğimiz kalorileri ikiyle çarpıp çıktık.’’ İşte size şişman ve mutlu bir kadın... İdeal insan...
Bu arada, bundan yaklaşık altı ay önce, bir daha diyet yapmaya, yani kendisini kasmaya ve mutsuz etmeye tövbe ettiğini söyleyen Sibel Can, mecburen rejime başlamış. İki ayda 61 kiloya inmiş, 58'i hedefliyormuş: ‘‘Sabahları bir kibrit kutusu kadar beyaz peynir, portakal suyu...’’ Bildiğiniz reçete, bildiğiniz içli nakarat: ‘‘Çile bülbülüm çile...’ N'aparsınız ekmek kavgası... İnsan ekmek parası kazanmak için, bir lokma ekmek bile yiyemeyebiliyor!
Kendi adıma, iki-üç ay rejim yapıp, üç kilo verdiği için mutlananlara akıl sır erdirememişimdir hiç. Bende gündüzle gece arasında oynadığı oluyor o üç kilonun... Rahat, abartısız, ciddiyim... Kilo, tamamen bir ruh háli bende nicedir. Fakat en azından şu kadarı iradem dahilinde: Ruh hálim kilomu belirliyor, kilom ruh hálimi değil... Zira rejim yapmak aşkı inkár etmek gibi bir şey. Ne kadar unutmaya çalışırsanız, o kadar aklınızı meşgûl ediyor. Ne yemeyeceğim? Kebap... Ding-dong! Kebap... Ne özlüyordu bu deli gönül? Kebap... Nerede kepap? Kebap... Saldır Joe! Fatura: Pişmanlık...
İnternette dolaşıp duran bir e-posta var. Dün Ayşe Karasu, Hürriyet Cumartesi ekinde de uzun uzun anlattı hani: ‘‘Ortalama kadın kilosu 66'dır, Marilyn Monroe 42 bedendi, Barbie bebeğin ölçülerine sahip bir kadının omurgasını dik tutması mümkün değildir,’’ diye giden...
Doğrudur. Ben orta eğitimimi bir kız kolejinde almıştım. Her pazartesi girdiğimiz rejimleri, 10 dakikalık ikinci teneffüste bozmayı, öğle tatiline dek evden getirdiğimiz tüm rejim yemeklerini mideye indirdikten sonra, öğle arasında kendimizi lezzetin şefkatli kollarına teslim etmeyi, ádetten sayardık. Dönüşsüz aydınlanmam da zaten tam o yıllara rastlar...
Bir arkadaşımız, havuç salatasını okula ayak basar basmaz mideye indirmiş, öğle tatiline kalmadan, 10 dakikalık teneffüste kantinden aldığı Leyla'yı dişlemeye koyulmuştu. (Leyla, kantin spesiyalitesiydi: Poğaça içine tost makinesinde basılmış çikolata!) Çenesinden sıcak çikolata sızarken, o yaşına bol gelen (Henüz orta ikide mi, üçte mi neydik?!) bir soru sormuştu:
- Ya, biz niye rejim yaparız?
- Zayıflamak için...
- Peki biz niye zayıflamak isteriz?
- Güzel görünmek için...
- Peki biz niye güzel görünmek isteriz?
- Erkekler için...
- Peki biz erkekleri niye isteriz?
- Nası' yani? Aşk için?
- Peki orgazmın çikolatadan daha iyi bir şey olduğunu nereden biliyoruz?!
31 yaşımın ‘olgunluğu’yla ben de diyorum ki; aşk iyidir. Ama çikolata da iyidir... İkisi birden, daha da iyidir... Kendimizden hayatı sakınmayalım arkadaşlar!
Norm ne, normal kim?
Nasıl bir cinsse, hemen her nevi magazin ‘‘tür’’ünü bir kategoriye oturtabiliyorum ama konu Stelyo Pipis oldu mu, basiretim bağlanıyor. Mevzuyu National Geographic elemanlarına, ya da ne bileyim, antropologlara falan havale edesim geliyor. Geçtiğimiz hafta Vatan'da yayınlanan röportajından alıntıladığımız, her zamanki gibi ‘‘enteresan’’ Stelyo Pipis belágatına buyrun: ‘‘Çalıştığım insanlara sürekli kim olduklarını hatırlatıyorum. Yaptığım en önemli iş bu. Böylece onları daha iyi olmaya teşvik ediyorum.’’ (Ne işle iştigál ettiği sorulduğunda. Bu arada kendisinin M.Ali Erbil'in kadrolu menajer ve dostu olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mıdır?) ‘‘Özel hayatlarına karışsam, Mehmet Ali hiç Sedef'le evlenir miydi?’’ (Birlikte çalıştığı insanların özel hayatlarına karışıp karışmadığı sorulduğunda... Bu arada, M.Ali Erbil, biliyorsunuz o sıralarda; ‘‘Dostların vazifesidir’’ düşüncesinden yola çıkarak gazetelere verdiği zehir zemberek beyanatlarla, kendilerinin Asuman Krause ile ayrılmalarını ‘‘sağlamaktaydılar.’’) ‘‘Basına karşı 4-0 öndeyim. Dört ünlüyle daha birlikte oldum ama kaçırdılar. Onlar benim zaferimdir.’’ (Demet Sağıroğlu, Seda Sayan, Çağla Şikel, Ebru Gündeş, Demet Şener, Demet Akalın ve son olarak da Asuman Krause'nin isimleri sayıldıktan sonra; ‘‘Magazin basınının kaçırdığı bir isim olabilir mi?’’ diye sorulduğunda...) SORU: ‘‘Kız arkadaşınız ünlü biri olmak zorunda mı?’’ EL CEVAP: ‘‘Tam tersi... Ama nerde öyle normal kız? Herhalde Allah o kızı benden koruyor.’’ (Şahsi favorimdir ki mübarek bir nevi punchline; yani mideye yumruk indiren türden espri... Normalin bir kıstası varsa da Pipis'in onu yolda görse tanıyacağından hayli şüpheliyiz ya, neyse...
SARS'ıntılı eğlence...
2000'in 13 Şubat'ıydı; 17 Ağustos 99'un artçı şokları hálá zihnimizi sarsmaktaydı. İsmiyle müsemma, saygılara sevgilere ‘‘mazhar’’ bir kişiyle iş icabı muhabbet etmekteydik. Türkiye'de yaşayan bir Japon'un kendisine anlattığı şeyi, lütfedip bana da aktarmıştı: ‘‘Biliyor musun,’’ demişti; ‘‘Japonlar, 17 Ağustos'un ardından Türkiye'ye düzenlenen bütün turistik seferleri iptal etmişler. Kapadokya'da bile bir tek Japon turist göremezsin.’’ Durumu mercimek beynimde şöyle bir tartıp aval aval sormuştum: ‘‘Neden? Biz depreme hazırlıklı değiliz; can güvenliklerini sağlayamayız diye mi?’’ Her zamanki müstehzi ifadesiyle gülüp, kafasını iki yana sallamıştı: ‘‘Yok; saygıdan... Matemdeki bir ülkeye, eğlence amaçlı turistik ziyarette bulunmak, geleneklerine göre, adab-ı muaşerete aykırıymış.’’ 2003'ün Mayıs'ı: İzzet Çapa, Trends&Friends'de salı günleri düzenledikleri, pashagalaşamdan sosyetesine özel, şifreli partilerinden birine daha ‘‘imza’’ attılar. Şimdilerde Zihni&Friends olarak servis sunan ve patlayana kadar eğlence vaat eden mekánın geçtiğimiz haftaki parti şifresi SARS idi... İzzet Bey ve garson tayfası o gece ‘‘misafirlerini’’ yüzlerinde ameliyat maskeleri ile karşıladılar: ‘‘FB Başkanı Aziz Yıldırım, Petek Dinçöz gibi isimler çılgınca eğlendi. Uğurkan Erez, partide görevli bir Japon kızı, çekçekle kulübün içinde gezdirdi. Dodo şarkı söyledi, Deniz Akkaya vokal yaptı. Serdar Ortaç, hemşerim dediği Japon kızla poz verdi.’’ Boşuna dememişler; ‘‘Bir Türk dünyaya bedeldir ama beş Türk bir Japon etmez,’’ diye...
Kimmiş dominant seven?
İtalyan erkeklerinin dominant kadınlardan hoşlandığına dair geçenlerde çıkan haber üzerine, bizim Türk maçoları utanmadan nasıl da kıs kıs gülmüş, gerin gerin gerinmişlerdi!.. Bir de şimdi izleyin manzarayı... Bu aralar Homongolos lákabına sahip olanı da dahil, en maçosundan en ‘‘kadıncı’’sına, tanıdığım hemen hemen bütün erkekler, TV kanalları arasında efeler gibi zaplayıp, ‘‘Hastasıyım!’’ nidalarıyla Seda Sayan'ın terlik reklamını aranıyorlar. O civelek müziğin sözleri üzerine; adamların kafalarını temsilen ekrana yapışan terlik görüntüleri: ‘‘Terlikler Polaris, tebrikler Polaris! Dann, Dunn, Küüt!’’ Geçen yıl Sibel Can Polaris terlikleri habire eline giyiyor diye bir arkadaşımızın ezberi fena şaşmıştı. ‘‘Abi ben yanılıyor muyum? Ele giyilen şey eldiven değil miydi?’’ şeklinde sayıklayıp duruyordu... Bu yıl Seda Sayan sağolsun, şaşmış ezber, iyiden iyiye dağıldı: Alemlerin en delikanlı assolisti Kadırgalı Aysel (Böyle de iddialı bir yaklaşım: Kadın kendi ismini lákap bábında taşıyor!) terlikleri elden ziyade kafalara giydirmeyi tercih ediyor. Light Selami ve Dominant Teyzeli Ceyo'dan, Okan Bayülgen ile Ali Atıf Bir Hoca'yı birbirine küstüren Muya'ya; hararetten yana 10 Yıl Savaşları'na rahmet okutan Terlik Savaşları'nın en harlı bu döneminde, Seda Sayan açık ara önde gidiyor. Hadi şimdi söyleyin; ‘‘Burası Türkiye, İtalyan usulü feminizm, yok ööööle,’’ diye?.. Var ya, ayaklara gelene kadar, feminizme bile varırız...
DÜZELTME VE ÖZÜR: Geçtiğimiz hafta, Ortaköy'deki şaibeli bir tecavüz girişimi ile ‘‘şöhrete kavuşmuş’’ ve Özcan Deniz ile yaşadığı ilişkinin bağırsaklarını gazete sayfalarına dökerek ününe ün katmış Hazal Sümer ile, şarkıcı Hazal'ın fotoğrafları karışmıştır. Beynine kan sıçramış, utançtan yerin dibine geçmiş bir şekilde özür dilerim.