Hastayım bu İngiliz bilimadamlarına... Var ya, bir sağlık ya da araştırma haberinin içinden geçmeyegörsünler; çiğnemeden yalar yutarım o haberi...
Bu tür haberlerde anılan bir anonim ‘uzmanlar’ takımı vardır biliyorsunuz. Adları öyle geçer yani...
En az haftada bir, yeni bir durum pörtler ve bu ‘bulgular’ ekseri ‘Bilimadamlarının yaptığı araştırmaya göre...’ ya da ‘Uzmanların belirttiğine göre...’ şeklinde ilerleyen haberlerle okura duyurulur.
Ve yine bunlar ve yine genellikle, düzenli aralıklarla birbirini inkar eden taraf ve karşı taraf ve kenar taraf ve bir de öbür kenardan taraf haberlerle, kuyruğunu kovalayan köpek temposunda bir seyir izler...
Misál, bir yıl kahvenin tuzruhundan bile zararlı, fena hálde tukaka bir şey olduğunu okursunuz, müteakip yıl, ‘İngiliz bilimadamları’ size kahvenin esasında sarmısaktan bile faydalı, cennetten çıkma bir nev’i zemzem suyu olduğunun ‘ortaya çıktığını’ bildirirler...
Ya da ne bileyim; seneler senesi uzmanlardan alkolün en fena zehir olduğunu dinlersiniz -ki bokunu çıkarttığınızda hakikaten şaşmaz bir gerçekliktir-, sonra İngiliz bilimadamları size, her akşam birkaç kadeh şarabın, bir bardak sütten daha yararlı olduğunu ve hatta içki içen insanın kafasının daha iyi çalıştığını söylerler.
Yani öyle her anonim uzman görüşü içeren habere tamah etmeyeceksiniz ama özellikle İngiliz bilimadamları bir şey dedi mi, orada bir duracaksınız. Durup dinleyeceksiniz...
Mizacımız uyuyor; şimdiye dek köfteden tek bir şey araştırdıklarına şahit olmadım valla. Şimdi; ‘Senin ehl-i keyf, miskin ve azgın tempona uygun şeyler söylüyorlar, hatta sen işine geleni cımbızlıyorsun’ diyeceksiniz...
Olabilir... İnsan sadece dostunu ve birlikte olacağı insanı mizacına göre seçmez ya...
Ben nerede hazza dair öneride bulunan bir bilimadamı -ki onlar da genellikle İngilizler’den çıkıyor- görürsem, ruhen ve aklen ona yazılıyorum.
İngilizler’in kıvamı başarılı zira. Yani esasta Akdenizliler’e, Latin Amerikalılar’a filan yazılmayı tercih ederdim ama onlar da bilimsel araştırma yapmıyor ki azizim, sadece kebap yapıyor!
Neyse: Efendim, sizden iyi olmasınlar, arslan yürekli İngiliz bilim adamları, zihnin en yaratıcı ve üretken olduğu yerin yatak olduğunu ‘ortaya çıkarmışlar.’
Britanya hükümetinin finanse ettiği ‘Uyku ve Yaratıcılık / Üretkenlik’ araştırmasında çıkan sonuçlara göre, üretkenliğin sihirli anahtarı rahatlamaymış. Veee işyerinde öğlen uykusu, çalışanları daha üretken kılıyormuş.
Gözünün yağını yediğimin uzmanları, çalışanların istediklerinde dinlenebilmeleri için işyerlerine yatak konmasının ideal çözüm olduğunu söylüyorlar.
Ben tabii yemedim içmedim, Neyyire’nin odasında bittim. Zira ne zamandır onu bizim kata bir kanepe konması için ikna etmeye çalışıyorum. ‘Yer yok’ diyor; ‘Neremize sokacağız, ayrıca ne gereği var?’
Anlatamıyorum: ‘Bak Neyyireciğim; bu hepimizin hayatını kurtaracak. Şurda gün ortasında iki saat kestirsek fena mı olur?’
Tam o noktada Neyyire bir ‘Haddde leeeen!’ bakışı atıyor. Karşılıklı tebessüm ediyoruz, konu orada kapanıyor.
Sonunda araştırdım, taraştırdım -yalan, hastayken ve TV karşısında zaplarken, kel bir saatte karşıma çıktı- şişme bir yatak modeli buldum. Çantaya sığan, şişince üç ayrı model koltuk, iki ayrı model yatak olan bir şey.
Neyyire, gözleri kan çanağına dönmüş, monitöre bakmaktan şizoide kesmiş; ‘Dalga geçiyorsun herhalde?’ diye sorar oldu; ‘Ne yani? Allah’ın cuması bir de yatıp uyuyun, ben burada intihar edeyim.’
O an fark ettim ki, her zamanki gibi yine zamanlamam yanlış. Bunu kalkıp da Hürriyet Pazar’ın bağlandığı bir ‘kanlı Cuma’ gecesi söyler mi insan?
Bugün, málûm, o gün... Tempo dergisinde, darbe büyüğümüz Kenan Evren ile akıllara seza bir röportaj yapılmış. Biz arkadaşlarla düşündük taşındık, Berrin Karakaş’ın Evren’e inceden kinayeli sorular sorduğu kanaatine vardık. Káğıt üzerinde pek öyle durmuyor ama Allah bilir ya, biz öyle olmasını şiddetle umduk.
Herhalde hiçbir aklı selim sahibi gazeteci, 12 Eylül darbesinin ‘kahraman’ına öyle çanak gibi duran; ‘Bu yüzden bu kadar iyisiniz belki. Pozitif olduğunuz için genç kalıyorsunuz?’ ya da ‘Bu durumda ‘Bu insanlar (darbe karşıtları) da ne nankör’ diyor musunuz?’ türü sorular sormaz.
İbretlik bir ‘söyleşi...’ Meselá Kenan Paşa’nın rock da musiki de pop da dinlediğini, bunun yanında Makber şarkısını hiç sevmediğini öğreniyoruz: ‘Ölümden bahseden bir şarkıyı sevmem. Sırası mı şimdi ölümün?’
Ve ‘Değişim elbette olacak bu dünyada. Bakın vaktiyle mamutlar vardı, şimdi var mı?’ şeklinde pek ‘şık’ bir vecize buyurmuş olan Evren’in, daha sonra sarf ettiği cümleyi okuyup, o eski ‘málûm’ kafasında olduğunu görüyor ve acaba kenarda köşede biryerlerde mamutlar da hálá yaşıyor olabilir mi meraklarına gark oluyoruz:
- İdamı bile kaldırdılar. Ben taraftar değilim aslına bakarsanız. Ama; ‘AB’ye madem girmek istiyoruz. Onların kuralları buysa, o kurallara da uyacağız’ dedik, biz de kaldırdık. Rusya’da olanları gördünüz. Peki bu adamları şimdi ne yapmak lázım?
- Asmak mı lázım?
- Asmayıp da ne yapacaksınız.
Bi’ dur!
Ne sevinmiştik oysa Nurcan Taylan Olimpiyat Madalyası’nı boynuna taktığında ve o rekorları kırdığında... Gelin görün ki, Nurcan Taylan’ın beyanatları, ‘dakka bir gol iki’ şeklinde huzura geldi ve biz bundan yana hakikaten hicap duyuyoruz.
Hatırlarsanız Taylan, Olimpiyat Madalyası’nı kazanır kazanmaz, kendisine Süreyya Ayhan sorulduğunda, fena hálde ‘çiğ’ bir üslupla; ‘Ben, Olimpiyat Şampiyonu ilk kadın olarak Türk tarihinde bir ilkim. Olimpiyat Şampiyonluğu ile ondan bir adım önde olmuş oldum’ demişti. Şimdi de taciz ve dayak suçlamalarıyla karşı karşıya olan antrenörü Mehmet Üstündağ hakkında; ‘Beni de dövdü, ellerine sağlık’ diyor: ‘Evet, hocam beni de dövdü. Çünkü ben Olimpiyatlar’a gitmeyecektim. Beni döverek zorla gönderdi. İyi ki dövmüş, Olimpiyat Şampiyonu oldum.’
Hazinden öte, vahim...
Bu kafa, benim çocuklarıma örnek olacaksa, ben o madalyayı istemiyorum.