‘Hayrola, suratında tüp mü patladı?’ diye soranlar, ‘Şu pencerenin arkasına geçip bi’ baksana, Arap Kızı Camdan Bakıyor şarkısına klip çekeriz’ şeklinde sofistike (!) espriler patlatanlar... Gırla... Denizde kum, bizde komikçi; sormayın valla...
Ben ki uzuuun tatil evrelerini akça pakça atlatmayı başarmış, suya girdiği vakitler haricinde gölgelik yerlerden çıkmamayı ilke edinmiş bir tipim, Çeşme’den bir nev’i kavrulup geldim.
Sayılı gündür hesabına denizden çıkmayınca... Çeşme’nin kandırıkçı rüzgárı sağolsun, nasıl yandığımı anlamadan güneşin alnında muhabbete dalınca...
Çeşme’nin sezonu kısadır málûm... Önümüzdeki iki ay boyunca muhtemelen Bodrum’dan beter bir hál alacak bizim kasaba.
Bir köşede Serdar Ortaç’la eller havaya kalkacak, bir başka köşede Mustafa Sandal jet-skiyle fink atacak, ‘eğlence’nin kulağına su kaçırılacak. Allah -yeni- sahibine bağışlasın diyelim... Biz almayalım, alana da mani olmayalım. Eyvallah kadim Çeşme, biricik sevgilim; şimdilik hoşçakal, eylülde görüşelim...
Bizim orada bulunduğumuz dönemde, henüz okullar kapanmış, ÖSS vuku bulmuş, Etiler tarzı eğlence kompetanları haftasonu turlarına başlamış değildi.
Dolayısıyla plajlarda, röntgene yatmış kum adamlar haricinde pek kimseler yoktu. Restoranlar, sokaklar boştu...
Çeşme dingindi, sakindi, harikuladeydi...
Yine de Çeşme’nin mekánlarını tanımak üzere oraya gittik ya, ilk iki gün, o kulüp senin, bu restoran benim, dolaşıp tıkın baba tıkındık.
Sıradan sayalım ki ‘yedim, içtim, yazdım’ türü ‘paylaşımcı haberciliğe’ mütevazı bir katkımız bulunsun. Bize de öğrettiler aç adamın yanında bal-börekten bahsedilmez diye ama vazife icabı, ar damarını çatlattık.
Luba Beach & Resort Hotel, üç-dört senedir mevcut bir mekán. Hayatımda ilk kez ayak bastım. Dışarıdan prematüre bir Disneyland şantiyesini andırdığı ve gündüz boyunca cıstak müziğiyle bütün Şantiye plajını inlettiği için uzaktan uzağa fena hálde gıcık kaptığım bir yer olmuştur her daim.
Bu yıl, içinde İzmirliler’in gayet iyi bildiği İtalyan restoranı En Velo, Çin, Hint ve Meksika yemekleri servis eden Lotus ve Japon restoranı Istme hizmet verecekmiş. Ayrıca verandaları jakuzili makuzili, gayet afilli bungalovları var, sefa tellallarına duyurulur.
Akşam yemeği La Folie’de yenildi ki Alaçatı’da, meşhur Taş Otel’in hemen yanında, eski bir zeytinyağı işliğinde konuşlanmış, küçük, şık, nezih, şahane bir restorandır; pek severiz... Kapıdan içeri girdiğinizde sizi eski bir zeytinyağı üretim makinesi (!?) karşılar. Bu yıl mutfak, Changa’nın eski aşçısına teslim edilmiş. O pazar senin bu pazar benim dolaşılarak, her şeyin tazesi ve iyisi aranıp bulunarak pişirilmiş yemekler, füzyon mutfağından örnekler efen’im... Hararetle tavsiye ederiz...
Sonra oradan çıkıldı ve Shayna’ya gidildi. Şimdi burada bir durmak gerekiyor, zira mekán sadece canımız ciğerimiz bir arkadaşımıza ait olmakla kalmıyor, aynı zamanda hayatımızın en önemli demlerini, ilk gençliğimizi gömdüğümüz koyda, Ayayorgi’de bulunuyor. Shayna, gündüzleri plaj, akşamları kulüp olarak hizmet sunuyor. Ayrıca mekánın içinde Yunan restoranı Ta Nisia bulunuyor.
Ayayorgi... Yollara asfalt döşenmeden önceki, elektrik yerine yıldızların ve mehtabın aydınlattığı dönemlerdeki canım Paparazzi...
Neyse, diyelim... Yüksek müsaadenizle, Çeşme güncemize yarın son verelim...
Asparagas
Akıllı bıdık
Katıldığı bir davette; ‘Kafam çok çalışıyor, çok zekiyim, o yüzden bazı şeyleri unutmak zorunda kalıyorum’ diyerek kendisinde ‘unutkanlık hastalığı’ başladığını söyleyen Demet Akalın, ileride kafasını daha da çok çalıştırmayı planladığı için beynine devirdaim sistemi yaptırmaya karar verdiğini açıkladı: ‘Geçenlerde kare bulmaca çözüyordum, baktım, güneş tanrısının adını soruyorlar. Zeus yazıyorum, olmuyor. Afrodit yazıyorum, olmuyor. Allah sizi inandırsın, Zeki Müren ve Banu Alkan bile yazdım, ı ıh... Sonra sordum soruşturdum, Fa mıymış neymiş. Ha? Ay, o deodorant markası mıydı? Güneş şeysi olan neydi? Ra mı? Bak gördün mü ayol, yine unutmuşum... Aman işte neyse... Çok zekiyim ya, böyle bir formül buldum sonunda. Dedim, bir şey taktırayım, böööyle bi’ yerden gerekli şeyler girerken, öbür taraftan lüzumsuzları çıksın. Bizim Onur’a (Erol) sordum, ‘Var mı böyle taktırabilecek bir şey?’ diye. Benim silikonları da o takmıştı, çok memnunum. Neyse... Onur; ‘Tabii güzelim, sen 30 bin doları hazırla, ben senin kelleyi bir açar bakarım’ dedi. Ay ben bi sevin, bi sevin! Siz beni esas şimdi seyredin!’