13 yıldır, 1990'dan beri İstanbul'da yaşıyorum. Eh, kabul edersiniz ki 31 yaşındaki birinin hayatında 13 senenin epey bir hükmü vardır.
Ömrün ilk 10 yıllık dilimini şuursuz bir çocukluk evresi addedecek olursak, denilebilir ki kendimi bildiğim dönemin yarıdan fazlasını burada tükettim. (Gerçi ‘‘kendini bilmek’’ gibi ‘‘bilinçli’’ bir yaklaşımın şahsımla aynı cümle içinde geçebilmesi de ziyadesiyle ironik ya, neyse...)
Peki nasıl oluyor da olabiliyor? Yani nasıl oluyor da hálá şaşırabiliyorum? Hálá çıldırabiliyorum? Hálá saçımı başımı yolabiliyorum?
Şehrin bütün karayollarını kazmak için tam da okulların açılacağı, tatilcilerin şehre döneceği, yağmurların başlayacağı, çamurların sağa sola ahenkle sıçrayacağı dönemin bekleneceğini bilmiyor muyduk yani? Bu hep böyle olmuyor mu sanki?
Evet efendim, işbu metin, köstebeklere özel, devasa bir kooperatif şantiyesini andıran, bağrı deline deline eleğe dönmüş şehrin yollarında kafayı yemenin eşiğine gelmiş, cinnetin sınırlarında sek sek oynayan gariban bir müzmin yolcunun isyanıdır.
Oysa ben de herkes kadar antrenmanlıyım yani. 13 yılda, ohooo, ne sıkışık trafiklerde ne sinir harpleri yaşadık, ne küfürler ettik... Gözlerimizin sinirden dolduğu, midemize krampların girdiği oldu; hem çok oldu, hep oldu... Kendisine gün yüzü göstermeyen sevgilisinden ne yapsa vazgeçemeyen, bağımlı tabiatlı zavallılar gibi terennüm ettik durduk: ‘‘Şurası metro kazısı yüzünden takıldığımız yer / Şurası doğal gaz kazısı yüzünden sıkıştığımız yer / Şurası asfalt çalışması yüzünden mıhhh gibi çakıldığımız yer / Buralarda sık sık delirişim ondan... / Beraber daraldık biz bu yollarda / Beraber bekleştik -iki damlacık da olsa- yağan yağmurda / Şimdi trafiğin her tıkanışında / Bana her şey 'o kafa'yı hatırlatıyor...’’ (Hastasıyım bu klişe tabirin: O kafa, ah o kafa!..)
Üniversitenin ilk senesinde, tatil için gittiğim İzmir'den dönüyordum. Bir gece yolculuğuydu; sabah, o dönemin ilk vizesine girecektim. O zamanlar memleketin otobüslerinde henüz sigara içmek de serbest... Sabaha kadar muavine cehennem azabı yaşattığım, kahve üzerine kahve söyleyip -yeni başlamışız, hevesliyiz ya- sigara üzerine sigara yaktığım, kitap okuduğum, karanlığa gözlerimi dikip, Allah bilir incir çekirdeğini doldurmaz neler neler düşündüğüm seferlerin ilki... Otobüs İstanbul'a sabah 07:30'da varacak, benim sınav 11:00'de; içim rahat...
Ekspres sefer olduğu için, yedi buçuk saatte İzmir'den İstanbul'a vardık varmasına... Fakat o da ne? Köprüde tamirat başlamış; trafik felç... Üç buçuk saatte karşıya geçemedik. Bu sayede ilk vizesini kaçırmayı başarmış tescilli bir sersem olarak, daha ilk dönemde okulda haklı bir ün edindim. Daha sonraları bu konudaki performansımı istikrarlı bir şekilde geliştirdim, üstelik bunu tamamen iradi bir şekilde yaptım; ayrı...
Geçtiğimiz hafta, Boğaziçi Üniversitesi'ne gitmek üzere yine yollardaydım. Bu yıl 140. yaşını dolduran üniversitede düzenlenen etkinlikler kapsamında, ezelden ebede hastası olduğumuz yönetmen Costa Gavras konuk ediliyordu. Kendilerini dünya gözüyle görecek, basın toplantısı ve söyleşiye katılacak, naçizane birkaç soru soracaktık.
14:30'daki basın toplantısına girdik girmesine... Gittik, gördük, gazeteye döndük, haberi geçtik... Akabinde, bu kez söyleşiyi izlemek amacıyla tekrar BÜ'ye doğru yola koyulduk. Gelin görün ki, 18:00'de başlayan söyleşinin ancak kuyruğunu yakalamak mümkün olabildi. Zira İkitelli-Etiler mesafesini ancak üç buçuk saatte katedebildiğimiz için, kampuse vardığımızda saat 20:00 küsurdu...
Ahhh belálı İstanbul, üniversiteden geçeli çok oluyor; şu trafiğinden mezun olmak nasip olacak mı bir gün?
Fes başıma, fes başıma fesine kurban olayım
Nasıl standart bir geyiktir bilirsiniz. Yurt dışı turnesinden, gezisinden, vs.’den gelen hemen her sanatçı, bürokrat, vs, faltaşı gibi açılmış gözlerle, hayretlere garkolmuş, dehşetlere kapılmış hállerde anlatır hani: ‘‘Batı'da çok yanlış tanınıyoruz. Benim Avrupai bir görünüme sahip olmama çok şaşırdılar. Orada Türkler'i hálá çarşaflı ve fesli zannediyorlar.’’ Bak sen Allah'ın işine! Neden acaba? Bir yabancıyla röportaj söz konusuysa yanına fes, nargile türü ‘‘görsel ekipman’’ almayı katiyetle ihmal etmeyen ‘‘tam teçhizatlı’’ medya mensupları yüzünden olabilir mi dersiniz? Memlekete yeni bir teknik direktör ya da yabancı bir müzisyen, aktör filan mı geldi; tak kafasına bir fes, tutuştur eline nargilenin marpucunu, çek fotoğrafını, resim altına döşen baba döşen: ‘‘Bilmem kim, Türkiye için şunu dedi, bunu dedi... Boğaz'a bayıldı, Turkish kebaplara doyamadı, rakıyı acı buldu, vs, vs...’’ Yine de hayat safi klişeden ibaret değil çok şükür. Arada bir Christoph Daum gibi ‘‘mızıkçı oyunbozan’’lar da çıkabiliyor. Daum, ziyadesiyle enteresan bir adam. Burada geçirdiği onca yılın getirisi olsa gerek, bizi artık bizden iyi tanıyor mübarek! Kolaysa tufaya getir... Fotoğrafını çekmek için kafasına fes geçirmeye çalışan gazeteciyi nasıl reddetti geçen hafta: ‘‘Atatürk'ün yasakladığı bir şeyi ben takmam.’’ Ben bu olayın üzerine şöyle fikr-i takip içeren bir haber bekledim ama çıkmadı: ‘‘Daum, çoğu mankenimizin aksine TBMM'nin açılışı ile Atatürk'ün doğum ve ölüm tarihlerini de biliyor. Türk'ün fendi, Alman'ı yendi. Alman teknik direktörü resmen asimile ettik!’’
Envanter tutmayı bilmiyor!
İlk andan beri ‘‘naif ve kırılgan yıldız’’ Gwyneth Paltrow'da bir sazanlık sezer dururuz, boşuna değilmiş. Oltaya taş bağlasanız gelecek yani; o kıvam... Paltrow, ABC'de Diane Sawyer'ın sunduğu ‘‘Prime Time’’ programında gelmiş geçmiş ilişkilerine dair yöneltilen soruları yanıtlıyor: Brad Pitt ile ilişkilerinin bitmesinden kendisi sorumluymuş... Buraya kadarı iyi, tamam, güzel... Gelin görün ki, Jeniffer Lopez ile düğünlerinin tarihi sinek hikáyesine dönen Ben Affleck ile yaşamış olduğu ilişkiye dair öyle bir gaf yapıyor ki Paltrow, Oscar aldığında yaptığı salya sümük teşekkür konuşmasına bile gülünçlükte rahmet okutur. İki yıl süren birliktelikleri boyunca bir kez bile hayatının geri kalanını Affleck ile paylaşmayı düşünmediğini söyleyen Paltrow'un konuyla ilgili izahatına buyrun: ‘‘Değer yargılarımızın çok farklı olduğunu düşünüyorum. Meselá o sadece film artistleri, pop şarkıcılarıyla çıkar, bense... Her neyse...’’ Kadın neyse ki mevzuyu en azından ‘‘her neyse’’de kesebilmiş. O sırada aşk hayatı gözlerinin önünden bir ‘‘film şeridi’’ gibi geçmiş olsa gerek. Takdir edersiniz ki Brad Pitt ile Ben Affleck de kaportacı, broker filan değiller yani! Eh, Paltrow'un hál-i hazırda birlikte olduğu kişinin, Coldplay'in solisti Chris Martin olduğu da hesaba katılınca ‘‘yıldız manita envanteri’’ tastamam tutuyor.
Mazohist tabiatlı bir magazin müptelası olarak ağlamak geliyor içimden. Zira kaçan balık büyük. Bir program atlamışım ki, Medrano Sirki yanında amatör kumpanya kalır. Neymiş meğer bu Mahmut Tuncer; böylesi bir talk show dehası nasıl olmuş da bugüne dek görmezden gelinmiş... Haberlerini okumuşsunuzdur, hatta belki programı da izlemişsinizdir. (Sizi ballı şeyler sizi!) Daha önce yanılmıyorsam Muazzez Ersoy'un sunduğu bir programdı; şimdilerde kendileri devralmışlar: TGRT'de yayınlanan Eyvan'ın bu sezonki ilk konuğu olan İbrahim Tatlıses'i üç kurbanlık koyunla karşılayan Tuncer, ikinci konuğu Seda Sayan'ı da havai fişek gösterisiyle karşılamış. Kulise gidene kadar, Sayan'ın ayaklarına kırmızı gül yaprakları dökülmüş. Program başladıktan sonra Sayan'ın hayatının zor yılları barkovizyonda ekrana gelmiş. Annesinin anlattıklarını dinleyen Sayan, gözyaşlarına boğulmuş. Sayan, ağlaması dinince, Cüce Ferhat'ı bir leğen içinde yıkayarak herkesi kahkahaya boğmuş. (Boğulan boğulana!) Yetmemiş, uzun süredir birlikte olduğu Gökhan Şükür ile imam nikahlı olduklarına dair dedikoduları da ‘‘Her şeyi yaptırmış olabilirim. Evlenmiş bile olabilirim’’ şeklinde yanıtlamış!!! Program akışına bakar mısınız? Kurbanlık koyunlar, kan revan, şaşaa, gözyaşı, amele muhabbeti-eşek şakası, dedikodu medikodu; azzz sonra! Var ya, kalıbımı basarım, bu program üçüncü haftaya kalmaz, ratingde tavan yapar. Hatta bu formatta tek bir program seyirciyi kesmez, yarın-öbür gün, başka kanallarda taklitlerine de rastlarız: ‘‘En Hakiki Eyvan’’ ya da ne bileyim ‘‘Öz Histeri Eyvan...’’