Bu da böyle acayip bir dönem... ‘Álem batıl olmuş aaabi’ türünden...
Yok Mondragon gol yemesin diye sahaya çişini etmiş, yok Fenerbahçe İstanbulspor’a büyülü yüzük yüzünden yenilmiş, sonra o büyülü yüzük bulununca Elazığspor’a yedi gol yedirmiş...
Futbol camiasında böyle bir büyülü cinli perili geyiktir gidiyor. İşin komiği, bunlar bir de ciddiye alınıp haber yapılıyor.
Bu nasıl bir iştir?
Elemterefiştir, kem gözlere şiştir...
Zira bildiğiniz üzre trenler nazara geldikleri için birbirine bindirir...
Hatta kimbilir Süreyya Ayhan da belki doping kontrolü sırasında, uğur olsun diye işememiştir...
Çarşamba günü bütün gazetelerin manşetlerinde, çarşaf gibi fotoğraflar eşliğinde Alibeyköy var. Suya kapılmış giden çocuklar... Su altında kalmış evler ve arabalar...
Ağustos’un ortasında huzura gelen bu manzara için dış mihrakların nazarı değdi mi demeli, yoksa rahmettir deyip şükür mü etmeli?
Belki de Türkiye’nin üzerinde büyü vardır. Medyum Memiş’e ya da Keto’ya bir telefon açıp soralım bari...
Yetmezmiş gibi, 17 Ağustos’un sene-i devriyesi ya, feláket tellalı deprem uzmanlarının da sözel istifra boyutunda dile gelesi geldi.
Uzmanlara ‘depremtoto’ bile oynatmışlar manitu sizi inandırsın!
‘Ben derim ki iki vakte kalmaz 7.6 şiddetinde sallar...’
‘Yok yok, en fazla 6.4 olur ama memlekette binalar dandik olduğu için onda da en az 150 bin kişi hacamat olur.’
Hele ki gökkubbe yıkılacak, memleket haritadan silinecek, deprem ve tsunami olacak, denizden dev bir balina çıkacak, İstanbul’u yutacak tonunda beyanatları günlerdir tefrika hálinde yayınlanan Celal Şengör’e yolda rastlarsam ne yaparım bilemediğim için depremden çok kendimden korkuyorum.
En hafif tabirle, nazarım değebilir... Ve şöyle söyleyeyim, benim sarhoşluğum ve nazarım, biraz pistir...
Hey ya Rab...
İçimden yine bir tertip saydırmak geliyor ama annem beni en azından bir süreliğine ağzımı bozmaktan ve kasvetli cümleler kurmaktan men etti.
Kasvet, kasvet, kasvet... İyi şeylerden bahsedileceeek, bahset!
Peki anneciğim, peki...
Yazları, hele ki böyle dışarıda ruhunuzu havalandırmak yerine bir yerlere sığınmak zorunda kaldığınız böylesi yazlarda sinema salonları, bahtsız bedevinin dolandığı çölde konuşlanmış serap mahali, bir nev’i.
Zira toplu gösterimlerde geçtiğimiz yılın kaçırdığınız iyi filmlerini izleyebilmek gibi bir fırsatınız oluyor. İyi geliyor...
Ayakta tedavi... Hem kendi gerçeğinizden kaçmak, hem de hayatın gerçekleriyle yüzleşmek adına pek şahane, en şahane medyum...
Dedim ve kendimi filmlere vurdum.
‘Bowling for Columbine / Benim Cici Silahım’ı görmemiştim, onu izledim...
Ve zaten oldum bittim hazzetmediğim, dünyanın en komik koşan düztaban ‘kahramanı’ Charlton Heston’un bu hayatta bir filmini daha izlemeye tövbe ettim.
Ve bu aralar 11 Eylül üzerine yaptığı Fahrenheit 9/11 ile ortalığı kasıp kavuran Michael Moore’un ABD’nin yeni Oliver Stone’u olup olmadığınu merak ettim.
Ve bunun hayattaki gidişatın iyiye doğru seyrettiğine mi, yoksa dünyanın her zamanki gibi Büyük Birader tarafından manipüle edildiğine mi delalet sayılması gerektiğine dair kendi kıtipiyoz çapımda düşündüm. Karar veremedim...
Benim Cici Silahım’dan sonra Sylvia’ya gittim. Geçmiş satırlarda adı geçen şu bahtsız bedevi var ya... İşte onu bir kez daha anmak isterim.
Kadından şair olur mu olmaz mı şeklinde seyreden tartışmalardan pek hazzeden maşist zihniyetin suratına külliyatı fırlatılası Sylvia Plath’i gerçekten seven herhangi birinin en hafif tabirle hakaretamiz addedeceği bir film yapmışlar.
Karakterler ve hayat üzerine hiçbir şey söylememeyi başarmışlar, tebrik ederim.
Sylvia Plath’i tanımayanlar, Allah muhafaza bu filmle tanışmaya kalkmasın. Ve bu sakalete gitme gafletinde bulunmamış şanslı Sylvia Plath-severler de, naçizane tavsiyemdir, kendisini bu filmden sakınsın.
Ya da ne bileyim, böyle dandik filmlere karşı cebinde muska taşısın...
Ha, unutmadan, söylemiş miydim? Bakın çok fena deprem olacak...
Hemen önlem alınsın, deprem çantası hazırlansın ve deprem çantasına mutlaka ama mutlaka bir nazar boncuğu takılsın...