Sana bu satırları, trikotaj atölyesi misali yazı ‘attırıp’ ek çıkarttığımız, dolayısıyla pranga mahkûmu misali bir türlü çıkamadığımız, canımız cananımız, akıllı bıdık binamız Medya Towers’dan yazıyorum.
Aramızdaki kırk yıllık hukuka ve senin o bembeyaz sayfalardan temiz kalbine ve akça pakça insafına sığınarak, sana bir meramımı açacağım. Zira aramızda bir mesele var ki sanırım seninle ciddi ciddi konuşmamız, hálleşmemiz lázım.
Baştan itiraf edelim, hani şu meşhur çuvaldızla öncelikle kendimizi delelim: Tamam güzelciğim, biliyorum; biz gazeteci taifesinin ruh sağlığı tastamam yerinde, aklı selim sahibi tipler olduğumuz iddia edilemez. Fakat yani, sen de itiraf et ki zaman zaman biraz tuhaf -hatta madem ki bu dürüst bir kahırname olacak, kibarlığın lüzumu yok- eni konu acayip bir şeysin.
Bugün misál, Kelebek’teki arkadaşlar, bizim Dizi-Araştırma bölümüne seslenip dahili numaramı sordular. Söyledim, bir telefon bağladılar. Açtım. Açmaz olaydım:
- Efendim?
- Ebru?
- Kim arıyor?
- Esra ben...
- Esra?
- Esra, Esra... Halktan arıyorum.
- (İç ses: Sen halksın da biz neyiz güzel kardeşim? Ya da hadi iyiniyetli olalım; Halk isminde bir semt ya da halkla ilişkiler şirketi filan var da ben bilmiyor olabilir miyim?) Evet, buyrun?
- Ya şey, ben Armağan’a ulaşmak istiyorum.
- Armağan?..
- Aman canım; bizim Armağan Çağlayan...
- Anladım. İyi, güzel... Peki bu konuda benden ne bekliyorsunuz? Yönlendirmemi isterseniz sizi onunla ilgili bölüme aktarayım, zira Kelebek’i aramanız daha sağlıklı bir yaklaşım.
- Yok, ben orayı aradım. Seni zaten oradan bağlattım. Ne ev ne cep telefonunu veriyorlar.
- Prensip icabı öyledir, kendisine sormadan verilmez zaten. Ne yalan söyleyeyim, şaşırmadım...
- İşte sen ver diyorum.
- ... (Dumur esi.) Nası’ yani, pardon, yine anlayamadım?
- Ya, ben Armağan’a yazı yazdım. Köşesinde yayınlamasını istiyorum. 12 tane mail oldu, daha tık yok. Siz beni onunla bir buluştursanız diyorum.
- (Derin derin iç geçirme... Sinirlenmemek için burundan alınan nefesi ağızdan verme ve içten 10’a kadar sayma... Bu arada ‘Tanrı’m neden ben? Bu iş için beni seçmiş olmasının bir sebebi olmalı? Neden ben? Ne? Nasıl? Niçin?’ şeklinde süregelen süratli bir iç hesaplaşma...) Hanımefendi, takdir edersiniz ki bu bayağı absürd bir talep. Ben kendisiyle hayatımda iki kez karşılaştım; herhangi bir samimiyetim yok. Olsaydı da zaten böyle bir şey yapamazdım, yapmazdım. Siz isterseniz Oktay Ekşi’yi ya da ne bileyim Ertuğrul Özkök’ü filan arayın. Belki onlar bir iyilik düşünürler.
- Ha, ya, öyle mi? Peki, tamam o zaman... İyi günler.
- İyi günler...
Allah aşkına elini vicdanına koy da söyle ey kari: Bu nasıl bir şeydir; bu seninki nasıl bir izandır? Çektiğin bu muamele hak mıdır, reva mıdır?
Methiyeler döşendiğin e-posta’nı az biraz geç yanıtlayacak olsak ya da cevap veremediysek, üç gün sonra dünyanın en nefretlik mahlûkatı oluyoruz. Fakat takdir edersin ki gün boyu gelen bilmem kaç e-postayı anında yanıtlamaya kalksak, başka bir şey yapmamız mümkün değil. Gün dediğin, standart 24 saat, affet, ancak bu kadarına yetişebiliyoruz.
Bir konu hakkında seninle yüzde yüz aynı fikri paylaşmıyorsak ya da tıpıtıpına aynı zevke sahip değilsek, ahmaklığın ya da kötücüllüğün sınırlarını zorluyoruz.
Bir keresinde TRT Caz Orkestrası’nın konseri için ‘Aman kaçırmayın, bir tarihe saygısızlık etmeyin’ demiş bulunduk. ‘Ben caz dinlemem, siz bana saygısız mı diyorsunuz?’ şeklinde galeyana geldin. Bulutlu ve nemli günlerde hava durumu bülteninden de alınabiliyor olabilir misin?
Yine bir keresinde, bir lise öğrencisi suretinde, ‘Sizin gazetede köşe yazarı olmak istiyorum. En kısa zamanda cevabınızı bekliyorum!’ şeklinde, cevap için en fazla iki gün mühlet tanıyan, buyurgan mı buyurgan bir ‘posta’ çekmişliğin de var. Şahsen gazeteye kadrolu köşe yazarı almak gibi bir yetkim yok, olsaydı da henüz liseden bile mezun olmamış ama hayatta ‘olmuşluğuna’ bu kadar káni birini, stajyer olarak bile işe almazdım; bu işler pek öyle işlemez; bilir misin?
Elbette bizim de muhtelif hatalarımız, gani gani hıyarlıklarımız oluyor ama yani el insaf! ‘Ben seni okuyorum, bir akşam buluşup içki içelim’ tekliflerinde bulunmuşluğun bile var. Oldu, madem ki okuyorsun, eskort hizmeti de müesseseden... Pes yani, ben sana daha ne diyeyim?!?
Tamam, müşteri velinimetimiz... Seninle aşkımız ve muhabbetimiz, Allah nasip ederse sonsuza dek báki. Ama bir taraftan da ne derler bilirsin: Kimi hállerinle seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli. O gibi durumlarda münasebeti belli bir çerçevede, meselá sanal álemle sınırlayalım e mi?
Her zaman senin ve seni seven; hatta gözünün yağını yiyecek derecede sana tapan;
Naçiz muharriren, kulun kölen Ebru Çapa’n...
Asparagas
Tek tek, saydıracam hepisine, tek tek
Popstar yarışmasında diğer jüri üyelerinin destek verdiği, kendisinin ise yıldızının bir türlü barışmadığı finalist Aylin’i; ‘Türkçe bilmiyor ama kameralar karşısında car car etmesini, saygısızlık yapmasını biliyor, SEN SAYGISIZSIN’ şeklinde azarlayan, kendisinden ayrıldığı ve barışmamakta ısrar ettiği için Asena’ya mahkeme açan ve onu terbiyesizlikle suçlayan İbrahim Tatlıses, Almanya’da kebapçı zinciri kurmaktan vazgeçip, Türkiye’de adab-ı muaşeret kursları açmaya karar verdi: ‘Bu konuda memleketteki açığı fark ettik ve her zamanki hizmet bilincimizle, vatana, millete, topluma faydamız dokunsun diye, bu konuda elimizi taşın altına koymaya karar verdik. Tatlıses Saygı-Görgü-Terbiye zinciri, hızlandırılmış kurslar şeklinde hizmet sunacaktır. Bu konuda İngiltere’den kitap getirttik; lisan bilen arkadaşlara tercüme ettirttik. Bildiğiniz gibi, İngiliz okullarında dayakla eğitim yasal. Biz de bu yöntemi uygulayacağız. Bu tarzın, bizim bünyeye en uygun yöntem olduğunu düşündük. Ben hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan öğrencilerimle teker teker ilgileneceğim. Zaten artık Asena da yok; bu konuda zamanım müsait olacak. Hem bana da antrenman olur, hoş olur...’