Paylaş
1. Özellikle ani ve sırasız ölümlerden çok etkileniyor, bu kayıpların ruhumuzda açtığı yaraları bazen mezara kadar götürmekle de kalmıyor, gelecek kuşaklara aktarıyoruz. Son yapılan araştırmalar yaşadığımız ani ve derin travmaların, sanki zihinlerde çözüm bulmak ister gibi kuşaktan kuşağa aktarıldığını gösteriyor.
Bizleri mutlu eden, sevince boğan duygular nasıl ki hayatın doğal bir parçasıysa üzen, kedere boğan duygular da hayatın doğal bir parçası aslında ama elbette bizler sevince, neşeye kucak açıp onu kabullendiğimiz gibi acıları kolayca kabul edemiyoruz. Öte yandan acı veren bir anıya, duyguya direndiğimiz zaman, acının süresini uzatırız. Acı çok büyük olduğunda insanlar ondan kaçmaya çalışır. Tutulmayan, konuşulmayan, paylaşılmayan, zihinlerimizde çözülmeyen yaslar ve kayıplar da karşımıza bambaşka sorunlar olarak çıkar.
Aslında Özge bana bundan birkaç yıl önce çok farklı bir şikâyetle gelmişti, henüz yeni genç kız olduğu günlerden kalma, kavuşamadığı bir sevdiğini düşünüyor, pişmanlığın kollarına bırakıyordu kendini. Ama bakın bu şikâyetin altından neler çıktı. Biz psikiyatristler bize söylenenden çok altındaki asıl sorunu görmeye çalışırız.
2. EKSİK AİLELER
* Özge o gün şöyle başlamıştı söze:
- Ben sanki bir boşluktayım doktor hanım, hani astronotlar yerçekimi olmayınca boşlukta hareket ediyorlar ya, ben de sanki öyleyim. Ayağım bir türlü yere değmiyor. Evlendiğim günden beri bir türlü mutlu olamıyor, çok özlediğim huzuru bir türlü bulamıyorum. Kafama öyle şeyler takıldı ki bunlar peşimi bir türlü bırakmıyor.
* Nasıl bir takıntı Özge?
- Benim evliliğim biraz aceleyle oldu. O ara beni istemeye gelenlere hemen peki dedim ama evlenmek istediğim başka biri vardı, sevgili değildik benimle evlenmeyi istediğini söylemiş aracıya, ben de zamanı gelince neden olmasın demiştim. Bizim oralarda kendisinden büyük ablası olan kız evlenemez, yani sırasını bekler. Ben de sıramı bekliyordum. Bu gelenlere önce evet dedim ama sonra pişman oldum. Nişanı bozmak istedim, bu sefer de annem çok ağlayınca, abimden sonra bir de ben annemi üzmemek için çaresiz kabul ettim. Şimdi aslında iyi anlaşan bir çiftiz fakat ben diğer bahsettiğim kişiyi kafamdan atamıyorum. Ona âşık filan da değildim, şimdi de değilim ama kafama takıldı, bir türlü çıkmıyor aklımdan, atamıyorum. Böyle yaptığım için de çok üzülüyorum çünkü eşim bunları hiç hak etmiyor. O çok iyi bir insan.
YÜKÜN NE KADARI BİZİM
* Abimden sonra dedin, ne oldu abine? Biraz bana geçmişten, çocukluğundan bahsetsene.
- Doğuda bir köyde doğup büyümüş, her günü bir önceki günden yorgun geçmiş biriyim ben. Tam 14 yıl babamın ailesiyle hep birlikte, çok kalabalık bir evde yaşadıktan sonra nihayet kendi evimize çıkabildik. Babam küçüklüğümüzden beri hep büyük şehirlerde, yurtiçinde yurtdışında çalışırdı. Bilmiyorum biz o zamanlar küçüktük diye mi yoksa aile kalabalık diye mi yokluğunu pek hissetmezdik. Ne zamanki o evden ayrıldık, babam yine bizden uzak çalışmaya devam etti ama bu sefer onun yokluğunu hepimiz iliklerimize kadar hissettik. Çünkü o da gidince bütün iş yükü annem ve bizlere kaldı. Bakmayın bize diyorum ama aslında anneme kaldı.
* Biz kadınlar, dünyanın yükünü bu zamana kadar hep omuzlarımızda taşıdık, hâlâ taşımaya devam ediyoruz. Merak ediyorum bu yükün ne kadarı bizim seçimimiz, ne kadarını hayatın kendisi yüklüyor sırtımıza?
- Annem hem ev işi hem hayvanlarla ilgilenme hem 4 çocuğa bakma derken nefes alacak dahi vakti yoktu. Biz kışın zaten okuldaydık yazın bağ bahçede ona yardım ederdik. Ortaokul bitince biz kızları daha fazla okutmayacaklarını ikimiz de biliyorduk çünkü bizim köyde kızlar ortadan sonra okutulmazdı. Ablam çok üzüldü, çok ağladı ama hepsi boş. Kural bu. Ben onu gördüğüm için ağlayamadım bile ama abim devam etti okumaya. Lise bitince üniversiteyi kazandı ve gitti. Biz de arkasından bakakaldık. Sonra kendimizi işe verdik. Yapılacak öyle çok iş vardır ki köylerde, hayvanlardı, evdi, ahırdı, bağdı bahçeydi, o yaşta iki çocuğun yapamayacağı ne varsa yaptık. O evde bizi seven var mıydı, önemli, değerli miydik, bunlar aklımıza bile gelmedi. O zaman ben 15-16 yaşlarındaydım. Tek hayalim neydi biliyor musunuz, sabahları sekize kadar uyuyabilmek...
TEK UMUDUMUZ ABİMDİ
- Hemen kendi çocukluğuma gidiyor aklım. Ben okula gidebilen “şanslı” kızlardandım. Özge gibi fiziksel bir yüküm olmamasına rağmen, bizim de okul sabah 8.30’da başlardı ve o ara tek hayalim sabah 9.00’da başlayan bir okula gitmekti. Ah çocukluk ah... Sabah uykularının bile tadı başkaydı o zamanlar.
* Kaçta kalkardınız Özge?
- Sabah ezanı okunurken biz dışarıda olurduk. Hiç unutmam o ezan seslerini. Bana hep çocukluğumdaki mutsuzluğumu hatırlatır. O zaman tek umudumuz abimin okulu bitirip meslek sahibi olmasıydı. Hepimiz el ele vermiş onun için çalışıyorduk sanki. O okulu bitirsin, biz kurtaramadık, bari o kendini kurtarsın, o zaman babam da çalışmak zorunda kalmasın, biz yeniden bir araya gelip aile olalım. Hep buna dua ederdik. O bizim okuyan abimiz, gururumuzdu. Abim son senesini okurken ablam evlendi. Abim de geldi düğüne. Ablam gidince evde annemle ben kaldım. Babam her zamanki gibi ayda yılda bir geliyordu eve. İkimiz bütün işlerle başa çıkabilmek için adeta didiniyoruz. Derken abim okulu bitirdi. Tabii hep birlikte bayram ettik. Memlekete gelmek üzere yola çıktı ama gelemedi doktor hanım. Bindiği otobüs kaza yaptı ve onca yolcu arasından bir tek abim öldü.
SEVİNÇ EKSİK, GÜLME YARIM
- Ne büyük bir travma, ne acımasız bir son. Abi aslında sadece kendi gitmemiş, bütün ailenin umutlarını, hayallerini de alıp götürmüş. Böyle ani ve hiç beklenmeyen kayıplar aileleri derinden yaralar. Acısı hiç unutulmaz ve kuşaklar boyu acının gölgesi tüm ailenin üzerine düşmeye devam eder.
* İnsanın ailesinden, canından, kanından birini kaybetmesi çok zordur. Sizin için de kim bilir ne acı, ne zor olmuştur.
- Zor mu, sanki bedenimizden bir şeyler koptu, onu bir daha hiç bulamadık. Bir şeyler hep eksik olur mu? Hep eksik... Ondan sonraki mutluluklar eksik, sevinçler eksik, gülmeler yarım... Bir türlü o eksikliği giderip bir daha tamamlanamadık.
* Aranızda ne konuştunuz abinden sonra, ne dediniz, o acıyı nasıl yaşadınız Özge?
- Konuşamadık doktor hanım, ne teselli edebildik birbirimizi ne abimi konuşabildik. Sanki bizim yüzümüzden öldü, biz sebep olduk sandık.
* Neden öyle düşündünüz?
- E, tabii ya... Biz onu acele ettirmeseydik belki o otobüse binmeyecekti, belki hemen gelmeyecekti, yani belki de ölmeyecekti abim.
‘O ÖLDÜ, BİZ YAŞIYORUZ’
- Hep böyle olur... Gidenin arkasından içimiz cayır cayır yanarken bir yandan da suçluluk duyguları kaplar içimizi. Zihnimiz bu şekilde dile getirmez belki ama kalbimizin derinlerinde “O öldü, biz yaşıyoruz” cümlesi yankılanır durur. Hep bir eksik, bir hata ararız kendimizde. Uzunca bir süre içimizden “keşke”ler, “yapsaydım-yapmasaydım”lar, “söyleseydim-söylemeseydim”ler, “çağırsaydım-çağırmasaydım”lar bir türlü çıkmaz.
* Nereden bilecektiniz böyle olacağını? Yarınların ne getireceğini hiç birimiz bilemeyiz ki... Abin o evin umuduymuş, gözdesiymiş. Size kalsa o hep yaşasın isterdiniz.
Ama biz sadece, keşke çağırmasaydık dedik. İçimizdeki yangını ne yapsak söndüremedik. Acımızı paylaşamadık. Herkes kendi başını duvarlara vurdu. Abimden bir süre sonra, daha biz kendimize gelemeden, yasımızı tutamadan bu sefer de büyük bir maddi sıkıntıya düştük. Daha doğrusu babamı dolandırdılar. Derken işte o arada ben evlendim.
* Mutluluk sana yabancı gelmiş diyorum içimden, onu bozacak bir bahane bulmuş zihnin.
BEN EŞİMİ HAK ETMİYORUM
* Eşin nasıl biri?
- İyi bir insan o. Ben onu hak etmiyorum. Beni hem sever hem de sayar.
* Sen nasıl birisin?
- Abim ölünce bir suskunluk geldi bana. Kime, ne anlatacağım ki... Giden gitmiş, gelmez geri. Biraz da bu karanlıktan çıkmak için mi evlendim acaba?
* Bana da öyle geldi. Acı veren bir anıya, duyguya direndiğimiz zaman, acının ve yasın süresini uzatırız. Acı büyükmüş, taşıyamamış ve ondan kaçmak istemişsin.
- Ama kaçamadım.
TAŞINABİLİR BİR ACI
* Onun yerine daha kabul edilebilir, daha kolay taşınabilir başka bir acı bulmuşsun. Pek de tanımadığın, âşık olmadığın birini takmışsın kafana. Acının yerine biraz mutlu olabilme hayalleri kurarak koyu karanlıkta kalan zihnine bir ışık sızsın istemişsin.
- Bunu ben kendim, isteyerek mi yapmışım yani?
* Hayır, biz bunu istesek de yapamayız. Bizim yerimize, bizi tehlikeden koruyabilmek için bilinçdışımız yapar bunu.
Bir süre ne dediğimi anlamak ister gibi düşünüyor.
- O adamı istediğimden filan değil yani.
MUTLULUĞA YABANCI
* Mutsuzluğuna, eksikliğine, tamamlanamamışlığına bir kulp takmak için gelmiş o takıntı. Neden mutsuzum, neden hep boşluktayım, eksiğim sorusuna cevap olmuş. Çünkü yanlış karar vermişim, diğeriyle evlensem daha mutlu olurdum diyor zihnin.
- Evet, aynen öyle diyor.
* Halbuki kocandan memnunsun. İzin versen belki de mutlu bir kadın olacaksın.
- İzin mi versem? Ben mi izin vermiyorum?
* Mutluluk sana pek tanıdık değil Özge. Yabancı bir duygu. Zihnin alışkın olduğu duyguya doğru çekiyor seni. Üstelik sen hâlâ abinin yasını tutamamışsın. Onun kaybını kabullenememişsin. Hâlâ onun ölümünden kendini suçluyorsun. Doğru mu?
- Bilmem... Kafaya bunu takalı beri eskisi kadar abimi düşünmüyorum.
HEP BİR BOŞLUK VAR
* Bir an duruyor. Bir şey keşfetti. Gerçeği gördü.
- Kafam çok dolu çünkü. Öbür adama takılı kalmaktan abime yer kalmadı. Sadece arada bir annemler geliyor aklıma. Onlar hâlâ çok acı çekiyor. Abimden sonra perişan oldular. Eskiden aklım hep onlara gider, çok üzülürdüm.
* Ya şimdi?
- Şimdi sadece annemi dinlemeyip nişanı atmadığıma üzülüyorum. Ama yine de hep bir boşluk var içimde. Neden kıymet bilmiyorum, neden bu boşluğu içimden atamıyorum. Abim vefat ettikten sonra içimde başlayan o yarımlık hissi, düşünmediğim bir evlilikle birlikte sürekli büyüdü. Bunu düşünmek istemiyorum, ben eşimden memnunum ama o gitmiyor kafamdan. Beni bana düşman etti bu düşünce.
BUNUN ADI: SADAKAT BAĞI
* Özgecim, yaşanmayı bekleyen ve sen hakkını vermedikçe seni terk etmeyecek olan bir yas var, hüzün var içinde. Bir de arkanda bıraktığın ailen var. Özellikle bizim ülkenin çocukları, sadece kendi acısıyla yetinmez, ailesinin acısını da bilinçsizce üstlenmek ister.
- Ben de o zamanlar çok istedim bunu. Anneme babama kıyamazdım.
* Biz buna sadakat bağı deriz. İstiyoruz ki, tüm acılar bize gelsin, sevdiğimizin acısını pipetle çeker gibi içimize çekelim ve onlar mutlu olsunlar. Oysa bunu başarmaya ne evlatların gücü yeter ne de bunu yapmak anne babaların acılarını azaltır. Acımızı gerçekten paylaşsak, konuşsak, birlikte ağlasak, yas tutsak çok daha çabuk kabuk bağlar yaralarımız. Genel kanının aksine, zayıflık bir duyguyu yaşamak değildir, yaşayamamak, acıyı bastırmak, yok saymaktır.
- Çok değişik şeyler söylediniz ama doğru galiba. Ablam, annemlerle aynı şehirde yaşıyor. Kocasını, çocuklarını çok ihmal etti. Her gün bizim eve gidiyor. Onların işlerini yapıyor.
* Annen baban ne yapıyor?
- İkisi de bu gidişle kötürüm olacak. Oturdukları yerden kalkmıyorlar.
İŞTE DOKTORUN MUTLULUĞU
O gün Özge ile bu konuda daha pek çok şey konuştuk. Ablasının onlara iyilik yapayım derken çekilen yası nasıl uzattığını, kendisinin bu acıyı örtmek için bu takıntıyı nasıl geliştirdiğini, mutluluğu bir türlü kendine yakıştıramadığını, böyle giderse bu acının kuşaktan kuşağa geçeceğini, adeta bir aile mirası haline geleceğini anlattım ona.
ÖZGE PES ETMEMİŞ
Büyük acılardan sonra çoğumuz yaparız bunu. Kalbimizi acıtan, ciğerimizi yakan olayları, kaybettiğimiz insanları düşünmemek için hemen en yakınımızdaki daha hafif bir olaya, duyguya, insana tutunuruz. İçten içe asıl acımızın bizi yıkıp geçeceğinden korkarız. Acıyla sızlayan kalbimizi söküp atamayacağımıza göre biz de onu daha az sızlatacak olana sarılırız can havliyle... Bu acıyı hep birlikte toplanıp tekrar konuşmalarını, herkesin kendi duygularını uzun uzun ifade etmesi gerektiğini söyledim ona.
Özge aradan bir yıl geçince yine geldi bana, elinde bir demet karanfille. Dediğimi yapmış, bir hafta süreyle o evde toplanıp abilerinin kaybından her biri nasıl etkilendiğini anlatmış, bir yandan da hep birlikte günlerce ağlamışlar. Kolay olmamış işi tabii... Ablasını, annesini ve babasını paylaşmaya ikna etmek, yıllardır bastırılan yası yeniden gün yüzüne çıkarmak ilk başta kabuk bağlayan yarayı kanatmak gibi gelmiş ailesine... Ama Özge pes etmemiş, o yaranın aslında kabuk bağlamadığını bazen şiddetle ama her zaman usul usul kanamaya devam ettiğini göstermiş ailesine... Ufak ufak başlayan konuşmalar, paylaşımlar; derin dertleşmelere dönmüş.
YAVAŞ YAVAŞ UNUTMUŞ
Bir süre sonra anne babası ayaklanmış. Hayvanlar, bağlar, bahçelerin bakımı derken nasıl akşam oluyor, bilmiyorlarmış. Ablası sonunda kendi evine dönmüş. Kocası ve çocukları çok memnunmuş durumdan. Özge artık sık sık kendini gülerken yakalıyormuş. Bu arada bir de çocukları olmuş. Kocası her işinde hep yanındaymış. Bu acıyı çocuğuna aktarmamak için elinden geleni yapıyor, hayata dört elle tutunmaya çalışıyormuş.
Kafasındaki takıntıya ne mi olmuş? Yavaş yavaş unutmuş onu. Şimdi artık kendine bir türlü yakıştıramadığı mutluluğu her yerde arıyormuş. Doktorun en büyük mutluluğu da bunları duymak işte...
HOŞÇA KALIN
drgbudayiciogluiletisim@madalyonklinik.com adresinden bana yazabilirsiniz.
Haftaya ülkemiz insanlarından birinin daha hikâyesinde görüşmek, sorunlarımıza daha yakından bakabilmek üzere sevgiyle kalın.
Paylaş