Kent
“Başka diyarlara başka denizlere giderim dedin
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
Ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi nereye baksam burada
21 Aralık'ta maya takvimine göre kıyametin kopacağını duymayan kalmadı. Ne kadar şanslıyız ki dünya üzerinde güvenli iki köyden biri de bizim ülkemizdeymiş! Kıyametin kopmasına 10 kala Şirince de konaklanacak tüm evler inanılmaz fiyatlara kiralanmış hatta karavan koyacak toprak bile kalmamış. Şirince köyü sakinleri kazandıkları paradan memnun olmakla birlikte şimdiden kara kara düşünüyorlarmış o gün ki “insan kıyamet”ini nasıl ağırlayacağını!
O gün elektrikler kesilecek, elektronik sistemler çalışmayacak, ısı düşecek, en çılgın tahmin ise 2-3 günlüğüne hava kararacak ve buzul çağı gelecekmiş! Çok az insan hayatta kalacakmış!
Bu senaryoya inananların sayısı azımsanmayacak kadar çok ki NASA’dan tutun da Diyanet İşleri'ne kadar pek çok kurumdan açıklamalar geldi. Bu senaryolara inananlar yiyecek stokları yaptı, ısınma sorununu çözmek için battaniye satışları patladı hatta buzul bölgelere özel hazırlanan battaniyeler satışa sunuldu. Giderayak, ekonomi canlandı. Bu tabloya baktığımızda insanlık şimdiden küçük bir kıyamet yaşıyor gibi…
Bu kıyamet söylevleri, çığırtkanlıkları beni kıyamet kavramı üzerine düşünmeye sevk etti. Zihnimde kıyametle ilgili çocukluktan beri biriktirdiğim ve dönem dönem kullandığım terimler dolanır oldu; “…kıyamet gibi insan”, “kıyamet gibi kalabalık”, “kıyamet/mahşer günü/yeri gibi”, Sezen Aksu’nun şarkısı ritmiyle beraber kulaklarıma doldu;
“Bak atının terkisine de atmış, gözleri şaşı geliniMor kaftanlara sarmış, haspam odun gibi beliniAh verin elime de kırayım, cadının derisi kara eliniSeni gidi dilleri fitne fücur, kıyametin gelsin
…………..”
Kıyameti hiç yaşamadan ne kadar da çok bilişimiz var bu konuyla ilgili.
Tabii ki ne ilahiyatçıyım ne de uzay bilimci... Sadece bu konuda düşünen bir insanım. Düşünmeye devam ediyorum. Kıyam-et! Kıyam ayağa kalkış, uyanış demekmiş dinimize göre. Ölülerin dirilip, sorguya gideceği zaman. Her zaman daha da derinde ne var acaba diye sorma prensibimden olsa gerek soruveriyorum; Uyanmak ve ayağa kalmanın daha farklı bir anlamı olabilir mi acaba biz insanoğluna anlatılmak istenen? Uyan, uyan!
1-7 Aralık haftası HIVAIDS salgınına dikkat çekmek için çeşitli etkinliklerin, toplantıların düzenlendiği Dünya AIDS Haftasıdır.
Bu hafta nedeniyle HIV/AIDS konusunda Türkiye’nin en iyilerinden olan (benim de eğitimcileri arasında yer aldığım) Hacettepe HIV/AIDS Tedavi ve Araştırma Merkezi Koordinatörü Dr.Aygen Tümer’le yaptığım söyleşiyi sizlerle paylaşmak istedim. İşin doğrusunu, en güncel bilgileri ondan alıp aktarmak istedim.
Dolunay Kadıoğlu: Sevgili Aygen Hanım, HIV/AIDS’i artık çoğu insan en azından ne olduğunu biliyor ama yine de HIV/AIDS nedir bulaşma/korunma yolları neler, bilgi verebilir misiniz? Ayrıca HIV/AIDS sempozyumundan yeni geldiniz, güncel bilgileri de aktarırsanız sevinirim.
Dr. Aygen Tümer: HIV/AIDS sadece erişkinleri değil, bebek, çocuk, genç, yaşlı demeden herkesi etkileyebilen, henüz virüsün vücuttan atılmasını sağlayabilecek tam tedavisinin ve aşısının bulunamadığı bir hastalıktır. Tedavisi ekonomik olarak büyük yük getirmekle birlikte (aylık 2000-2500 TL), hastalıktan ölümü neredeyse ortadan kalkmıştır. HIV infeksiyonu ölümcül hastalık olmaktan çıkıp, yaşam boyu ilaç kullanımını gerektiren bir tür kronik hastalığa dönüşmüştür.
Hastalığın tanımlandığı ilk yıllarda HIV infekte vakalar az sayıda olması nedeni ile fazla ilgi çekmemişti. Ne zamanki biseksüel erkekler aracılığı ile kadınlara ve infekte hamile kadınlardan da bebeklere geçmesi ile vakaların giderek artmaya başlaması ile tüm dünyanın odak noktası haline gelmiştir.
HIV bulaştıktan sonra kişi kendinden kuşkulanmaz ise 8-10 yıl hiçbir belirti vermez. HIV kanda çoğalmaya devam eder, bağışıklık sistemin çoğunluğunu ele geçirdikten sonra AIDS’in belirtileri ortaya çıkmaya başlar. KAN testi yapılmadan kişide HIV olup olmadığı asla bilinemez.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Aralık 2012 verilerine göre dünyada ortalama 34 milyon HIV infekte kişi yaşamakta olup, hastalığın tanımlandığı ilk günden beri 37.6 milyon kişi hayatını bu hastalık nedeni ile kaybetmiştir.
2011 yılı içinde 2.5 milyon yeni vaka bildirilmiş olup, bu sayılara günde 7000 yeni vaka ilave olmaktadır. Tüm HIV infekte vakaların %95’inden fazlası gelişmekte olan ülkelerde, %84’ü de Sahra-altı Afrika, Güney ve Güney-doğu Asya’da görülmektedir. Günümüzde HIV/AIDS hastalığı Sahra-altı Afrika’da birinci, dünyada ise 4. ölüm nedeni olarak bildirilmektdir.
“Cinsel ilişkiye girdiğimde dışarıdan bakınca anlaşılır mı?” çok sık sorulan ve kafa kurcalayan sorulardandır. Özellikle genç kızlar bu sorunun cevabıyla çok ilgilenirler çünkü halk arasında ilk cinsel ilişkiye/ilişkiye girdiğinde yüzünden, bedeninden belli olur (parlaklık, kızarıklık…) gibi yanlış inançlar vardır.
Cinsel ilişkiye girmek, istediğiniz keyif aldığınız bir deneyim oldu ve oluyorsa kişilerde mutluluk hormonu üretilmesini sağlar. Çikolata yemek, spor yapmak, keyifli zaman geçirmek de mutluluk hormonu tetikler. Mutluluk hormonu da yüzümüzde mutlu bir ifadeyle kendini gösterir. Bu açıdan bakıldığında arada pek fark yoktur. İlk cinsel ilişkiye yüklediğimiz abartılı anlamlar bu tip hurafelerin oluşmasına neden olmuştur.
“Daha önce cinsel ilişkiye girdiğimi erkek arkadaşım anlar mı?” sorusu da sık karşılaşılan sorulardandır. Aslında buna göreceli cevaplar verilebilir. Eğer erkek arkadaşınızla ilişkiye giriyor ve bakire değilseniz erkek arkadaşınız da kan beklentisi varsa, anlaşılma ihtimali var, ama bakire olup olmadığınızı erkek arkadaşınız değil ancak bir jinekolog anlayabilir. Bununla birlikte kadınların yüzde otuzu daha esnek zar yapısına sahiptir ve ilk ilişki sırasında kan/leke ortaya çıkmaz. Bu durumda hiç anlaşılamaz ancak tüm bunlardan daha önemli olan şey; erkek arkadaşınızla aranızdaki güven ve sevgidir. Siz nasıl ki onun daha önce ilişkiye girip girmediğine önem vermiyorsanız onun da sizin ilişki deneyiminiz olup olmamasına takılmaması gerekir. Ancak ülkemizde ilişkilerde süreçler böyle yürümüyor. Erkek cinsel ilişki yaşayabilirken kadına yasaklar konuyor.
Aslında her iki taraf içinde çok önemli olan bir şey var bence, bedenini pek çok cinsel yolla bulaşan hastalıklardan, istenmeyen gebelikten korumak için bedenen ve ruhen hazır olmadan cinsel ilişki yaşamayı ertelemek. Çünkü cinsel birleşme sorumluluk gerektirir. Vajinal, oral, anal her türlü cinsel ilişkiyi ruhsal ve bedensel olarak hazır olunmadan yaşamak psikolojik sorunları ortaya çıkarabileceği gibi HIV/AIDS ve cinsel yolla bulaşan diğer hastalıklara ve gebelikleri de zemin hazırlar. Kendini hastalıklardan ve gebeliklerden korumak için cinsel ilişkiye girme sorumluluğunun farkında olunmalıdır.
İyi bir ilişkide karşılıklı “Hayır” lara ve birbirine saygı duymak, acele ettirmemek, zorlamamak çok önemlidir. Cinselliği yaşamak sadece cinsel birleşme yoluyla olmaz, öpüşme, ön sevişme, dokunmak, mastürbasyon ya da karşılıklı mastürbasyon da cinselliktir.
Kadın ne zaman kadın olmaktan vazgeçti? Kendi isteklerinden, arzularından kendinden ne zaman vazgeçti? Birden mi oldu ki? "Hayır" diyorum hemen, yüzyılların içinde oldu. Kadına kim yaptı bunu? Kadın neden bu kadar kolay kendinden vazgeçti? Ona vaat edilen neydi? Neyle kandırıldı? Pembe panjur ne zaman moda oldu?
Kadını ne zaman eve kapattık,” Annelik” apoletlerini omzuna takarak, kutsal rolünü ne zaman biçtik? En büyük görevinin evine sahip çıkmak olduğunu, çocuk doğurup büyütmek, erkeğine hem annelik hem kadınlık yapmak olduğu yalanını ne zaman uydurduk? Kadından neden korktuk acaba, zapt edemezsek ne olacak sandık?
Sorular, sorular, arkası kesilmiyor soruların...
Tarih neden sadece erkeğin hikayesini anlatır, (history -Onun hikayesi), kadının hikayesine ne oldu, tarihi sadece erkek mi yapar kendi kendine, tarih sadece kazanılan savaşlardan mı yazılır? Akan erkek kanlarıyla mı yazılır tarih, kadınların rolü hiç mi yoktur, mesela 2. Dünya savaşında Paris’in yerle bir olmasını engelleyen önemli faktörlerden biri de Fransız kadınları değil midir?
Peki, kadını cinsel meta yapmamız hangi tarihlere rastlar? Kadın her şeyi sattırır düşüncesi nereden geldi? Bir kadın ilk kez ne zaman bir reklamda bir ürünle beraber satıldı acaba?
Kadının kendi bedenine yabancılaşması bir insana yapılabilecek en acımasızca şey değil miydir?
Zihnimden buna benzer sorular, sorgulamalar geçiyordu ki “biz ona kara kutu diyoruz kızlar arasında” cümlesiyle kendime geldim. İlk geceyle ilgili endişeleri vardı karşımdaki genç insanın , “canım çok yanacak diye korkuyorum, düşününce bile kendimi kasıyorum” diyordu.
Onunla konuşuyor, bir taraftan da zihnimi susturmaya çalışıyordum ama nafile, geveze zihin susar mı hiç! Sorgulama çeşmesi açılmıştı bir kere.
Konuşan, emekleyen, altını ıslatan bebeklerden sonra şimdi de emzirilen bebekler piyasaya sürüldü. ABD'de İspanyol oyuncak firması Berjuan tarafından üretilen ve piyasaya sürülen emzirilen bebekler, küçük kız çocuklarını anneliğe özendirdiği için ülkede büyük tartışmalara yol açtı.
Emzirmeyi oyun haline getirip çocukları küçük yaşlardan itibaren anneliğe özendirdiği gerekçesi ile aileler oyuncağın piyasadan kaldırılmasını talep ettiler. Firmanın ABD temsilcisi Dennis Levis ise bu oyuncağın bu şekilde tartışmalara yol açmasına anlam veremedi ve çocukları bilgilendirici bir oyuncak olduğunu savundu.
Emzirilen bebek nasıl çalışıyor?
Bebek emzirilmeden önce çocuklar üzerlerine meme yerine çiçek olan atleti giyiyor. Bebek ağladığında bebeğe meme veriyorlar. Bebeğin ağzı çiçeğe yaklaştığında emme sesi çıkıyor. Bebek aynı zamanda ağlıyor ve gaz çıkarıyor.
Yine Bayram geldi. Bizim ülkemiz bayramdan yana çok şanslı… Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı, Ramazan Bayramı, Zafer Bayramı, Cumhuriyet Bayramı, Kurban Bayramı… En kanlı olan Kurban Bayramı gibi görünse de diğerlerin çoğu da büyük kanlı savaşların sonunda Bayram olmuş! Bayramlar boşu boşuna bayram olmamış yani, bedeller ödenmiş…
Hepimizin bayramı kutlu olsun!
Kurban Bayramı deyince aklıma gelen başka bir konuyu yazmak istiyorum aslında… Kendini kurban eden insanlar ya da kurban gibi hissedenlerden! Bazen ailesi için, bazen bir dava için, bazen sevdiği için, bazen inadı için, çoğu zamanda korkuları için…
Çocuklarını, torunlarını seven kadın sesleri gelir kulağıma “uyy sana kurban olurum, anneannen/babaannen kurban olur sana” gibi…
Erkeklerden ‘kurban olurum sana’ yı pek duyduğumu hatırlamıyorum hatta hiç hatırlamıyorum!
Ya da istemediği şeylere maruz kalan insanların tepkileri “Kendimi kurban gibi hissediyorum.” İstemeye istemeye bir şeyleri yapmaya zorunlu bırakılan insan sesleri, istemeden evlendirilen, onaylamadığı hayatı yaşayan insan sesleri; “Kendimi kurbanlık koyun gibi hissediyorum”.
Çaresizliğin sesi!
Bazen de ailesi, çocukları için, kendi isteklerini hiç sormayan, kendi isteklerinin farkında olmayan yani kendinin farkında olmayan anneler, babalar. Kendini kurban eden, saçını süpürge edenler! Bunun tam tersi de bizim ülkemizde çok görülür; anne babası için küçücük yaşta çalışmaya başlayan, ev geçindiren, evlenen, kendi hayallerini unutan hatta “hayal mi o da ne?” diyen yaşı küçük, ruhu kocaman varlıklar!
Geçtiğimiz hafta 15 yaşındaki öğrencinin öğretmenini bir hiç uğruna öldürmesi hepimizi dehşete düşürürken, aynı zamanda da çok derin bir sorgulamaya neden oldu.
Hangi unsurlar 15-16 yaşındaki bir genci/çocuğu katil yapar? Dünya Sağlık Örgütü, 18 yaşına kadar olan tüm bireyleri çocuk kabul eder. Yani bir çocuk, bir katile ve bir suç makinesine nasıl dönüşür? Ne tür etkiler bir çocuğu katil yapar?
Bu olayda 15 yaşındaki çocuğun ruh sağlığının normal olmadığı ortada. Ergenlik döneminde olması bu suçu işlemesini tetikleyen unsurlardan sadece biri olabilir. Ergenlik, çocuğun yarınını pek düşünmediği, duygu kontrolünün kısıtlı olabileceği, fevri ve kişisel davranışların çok fazla görüldüğü, ruhsal iniş ve çıkışların sık yaşandığı, kendini kanıtlamaya çalıştığı, her şeyi yapabileceğini zannettiği bir dönemdir. Bazı ergenler bu dönemi zor, bazıları nispeten daha rahat geçirir.
Ergenlik bu tür davranışların ortaya çıkmasında etkili bir unsur olurken, diğer ve çok daha önemli başka bir unsur da ailesel faktörlerdir. Yaşadığı evde şiddet var mı yok mu, anne babasıyla iletişimi nasıl, anne –baba arasındaki iletişim nasıl, kaç kardeşler? Şiddet bu çocuk ve aile için doğal mı, kendini ifade etmek için kendini kanıtlamak için şiddeti mi kullanıyor? Bu saldırının neden olan etkenlerini anlamaya çalışmak için bunun gibi daha pek çok sorunun cevabını bilmek gerekir.
Başka bir etken; interneti ve cep telefonunu kullanma yaşının 5-6 yaşlarına düştüğü ülkemizde, buna bağlı pek çok sorunun da kendini göstermesidir. Yalnızlaşma, empati kuramama, her şeyi yapabileceğini zannetme, şiddetin normalleşmesi, insani değerlerin kısıtlı gelişmesi, aklı yeterince devreye sokamama, gerçekliğin yitirilmesi, iletişimin yok olması vb.
Etkileyen unsurlardan bir tanesi de eğitim sisteminin ve okulun, çocukların ruh sağlığı üzerindeki etkisidir. Okullardaki sınıf kapasiteleri, rehberlik servisinin yeterli olup olmadığı, çocukların okulla ilişkileri bu tip durumların yaşanmasında etki oluşturabilir. Ve tabi ki şiddet eğilimi olan çocukların kontrol edilebileceği, onlara yardım edilebilecek bir sistemin olmaması.
Bir başka etken de toplumdur. Toplumda gördüğümüz iletişim modeli hepimizi etkiler. Şiddet sanki çok normal bir iletişim yolu gibi gösterilmektedir. Şiddetin bu kadar normalleştirildiği ve şiddete karşı duyarsızlaştığımız bir ülkede ne yazık ki bu tür olaylar olmaya devam edecektir.
Ayrıca çocuğun psikiyatrik bir sorunu olup olmadığı da üzerinde durulması gereken başka bir unsurdur.