Yine geldi 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, bakalım bugün kaç kadın dayak yiyecek, kaç kadın tecavüze uğrayacak, kaç kadın ölecek diye söyleniyordum ki; Ankara'daki Kadınlar Günü kutlamaları için yola çıkmış olan otobüs kazasında 7 kadınımız hayatını yitirdi. Allah rahmet eylesin. Toplumsal süreçlerde, hareketlerinde öncü ve yol açıcı olan devrimci kadınlarımız, duyarlı, şefkatli, insanlık için çalışan güzel kadınlarımız ruhunuz şad olsun...
Kadın haklarının kazanılması ve hayatta geçirilmesi, uygulanması sürecinde; yol açıcılara, devrim yapanlara ve Kurtuluş Savaş'ının kahraman kadınlarına, bu uğurda canını verenlere, Cumhuriyet'in her aşamasında erkeklerle beraber çalışan kendini ülkesine, insanlığa adayan kadınlara şükran borcumuz var.
Kadınların bir toplumun yükselmesinde önemini ne güzel anlatmış Atamız:
"Toplum kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Mümkün müdür ki yığının bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kitlenin bütünlüğü ilerleyebilsin; mümkün müdür bir cinsin yarısı zincirle toprağa bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin. Şüphe yoktur ki; ilerleme adımları kadın ve erkek iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmalı, yükselme ve ilerleme beraber olmalıdır..."
Bundan nerdeyse tam 100 yıl önce söylenmiş bilgelik dolu, kadına gerçek önemi veren, topluma yol gösteren sözler...
Kadınlarımıza tüm dünyadan önce seçme ve seçilme hakkı vermiş, bilimsel çalışmalarda, ilimde öncü olacaksınız demiş...
Ele ele vereceğiz demiş...
Kadınlar anne olarak kendilerini geliştirip çocuklarını devrimlere uygun, ilim irfan sahibi olarak yetiştirsinler demiş... Dünyadaki her şey kadının eseridir demiş... 100 yıl sonra ne yazık ki geldiğimiz yer; erkeğin, kadını ve dünyayı kontrol etmek için kullandığı tek şey; GÜÇ ve KUVVET! Şiddet! Savaş! Sömürü!
Son yıllarda en çok yaşanan ve hayatı kabusa çeviren sorunların başında, kontrol edemediğimiz kaygılarımız geliyor. Kontrolümüzün dışındaki olaylara, durumlara, aşırı anlam yükleyip düşünerek kontrol etmeye çalışıyoruz ki bedenlerimiz kaygıdan yanıyor. Yarınla ilgili endişeler, ya olursalar, nasıl dayanırızlar, kabul edemeyizler, yaşayamayızlar, kalp çarpıntıları, nefes alamamalar… Kaygı bozukluğu çocuklarda ve ergenlerde bile ruh ve beden sağlıklarını sallayacak kadar görülmeye başlandı.
Ne olacak bu ülkenin haliyle başlayan kaygılı düşünceler, ne olacak bu dünyanın haline kadar uzanırken, anne babamı kaybedersem yaşayamlara, ya hiç çocuğum olmazsalara,…vb sonu gelmez karamsarlık ve negatif senaryolar aslında çoğumuzun içini karartmaktan, bedenimizin enerjisini sömürmekten başka bir işe yaramıyor.
Yaşanılan olaylara rahat ve sakin yaklaşabilenlere gamsız, duyarsız gibi eleştiriler gelebilirken, kaygılı olmak ve endişeli konuşmak, olayları hep şikayet ve kaygıyla olumsuz senaryoları anlatmak, ahlar vahlar ise pek moda bu aralar.
Kaygılı olma modası ve yaşadığımız durumlarla ilgili olumsuz tespitler yapmak galiba kişilere bir şey yapıyor hissi veriyor! Yaşanılan sorunları çok ciddiye alan insanlar kaygılanmalı, paniklemeli gibi beklentiler var galiba! Eğer öyleyse açıkça söylemek lazım ki; yaşadığımız olaylarla ilgili hep olumsuz konuşmak, çözümsüz tartışmalar yapmak, kaygıyı en üst düzey yaşamak, kişiye de, duruma da yarardan çok zarar verir.
Yaşanılan ya da yaşanması ihtimal dahilinde olan olay ne kadar kabul edilemez görünse de tam olmadan ne yaşayacağını bilemezsin. Bu süreçte, ya şöyle olursa ya böyle olursa vb.düşünceler kişiyi AN'dan koparıp senaryonun, varsayımın göbeğine bırakır ve olay henüz başınıza gelmeden gelmiş gibi bedeniniz reaksiyon gösterir. Ör: Yeniden kriz geçirirsem, ya nefes alamazsam ne yaparım derken bile geçirilen krize dair sıkıntılar bedende hissedilmeye başlanır.
Kaygıyı kontrol etmenin en temel yolu düşünceleri farketmek ve peşlerinden gitmemeye dayanıyor. Senoryaların dışında durabilmek, AN'da kalmak ve nefes almak ....Örneğin; Ya hasta olursam, kanser olursam bana kim bakar gibi düşünceleri farkettiğinde kendine ‘şu anda nasılsın?’ sorusunu sor. Cevap çoğunlukla ‘iyiyim’ olacaktır’. AN'da çoğunlukla pek bir sorunumuz yok, geçmişte olanlar ve gelecekte olacaklar yani senaryolar bizi sıkıştırır ve kaygıyı arttırır.
Düşünceleri, duyguları fark etmeyi ve kontrol etmeyi öğrenmek, bedenimize ve ruhumuza iyi gelen şeyleri yapmak, sağlıklı beslenmek, sağlıklı düşünmek, farkındalıklı nefes almayı deneyimlemek, kendimize, topluma katkı verebileceğimiz hedefler koyup onlara ulaşmak için çalışmak ve olaylar karşısında daha sakin olmaya çalışmak, kaygılarını kontrol etmenin en güzel yolları.
Ne yaşarsak yaşayalım bilmeliyiz ki; umut hep var, nefes aldıkça, çaba devam ettikçe, kendimizi keşfetmeye devam ettikçe, fark ettikçe…
Son yıllarda en çok yaşanan ve hayatı kabusa çeviren sorunların başında, kontrol edemediğimiz kaygılarımız geliyor. Kontrolümüzün dışındaki olaylara, durumlara, aşırı anlam yükleyip düşünerek kontrol etmeye çalışıyoruz ki bedenlerimiz kaygıdan yanıyor. Yarınla ilgili endişeler, ya olursalar, nasıl dayanırızlar, kabul edemeyizler, yaşayamayızlar, kalp çarpıntıları, nefes alamamalar… Kaygı bozukluğu çocuklarda ve ergenlerde bile ruh ve beden sağlıklarını sallayacak kadar görülmeye başlandı.
Ne olacak bu ülkenin haliyle başlayan kaygılı düşünceler, ne olacak bu dünyanın haline kadar uzanırken, anne babamı kaybedersem yaşayamlara, ya hiç çocuğum olmazsalara,…vb sonu gelmez karamsarlık ve negatif senaryolar aslında çoğumuzun içini karartmaktan, bedenimizin enerjisini sömürmekten başka bir işe yaramıyor.
Yaşanılan olaylara rahat ve sakin yaklaşabilenlere gamsız, duyarsız gibi eleştiriler gelebilirken, kaygılı olmak ve endişeli konuşmak, olayları hep şikayet ve kaygıyla olumsuz senaryoları anlatmak, ahlar vahlar ise pek moda bu aralar.
Kaygılı olma modası ve yaşadığımız durumlarla ilgili olumsuz tespitler yapmak galiba kişilere bir şey yapıyor hissi veriyor! Yaşanılan sorunları çok ciddiye alan insanlar kaygılanmalı, paniklemeli gibi beklentiler var galiba! Eğer öyleyse açıkça söylemek lazım ki; yaşadığımız olaylarla ilgili hep olumsuz konuşmak, çözümsüz tartışmalar yapmak, kaygıyı en üst düzey yaşamak, kişiye de, duruma da yarardan çok zarar verir.
Yaşanılan ya da yaşanması ihtimal dahilinde olan olay ne kadar kabul edilemez görünse de tam olmadan ne yaşayacağını bilemezsin. Bu süreçte, ya şöyle olursa ya böyle olursa vb.düşünceler kişiyi AN'dan koparıp senaryonun, varsayımın göbeğine bırakır ve olay henüz başınıza gelmeden gelmiş gibi bedeniniz reaksiyon gösterir. Ör: Yeniden kriz geçirirsem, ya nefes alamazsam ne yaparım derken bile geçirilen krize dair sıkıntılar bedende hissedilmeye başlanır.
Kaygıyı kontrol etmenin en temel yolu düşünceleri farketmek ve peşlerinden gitmemeye dayanıyor. Senoryaların dışında durabilmek, AN'da kalmak ve nefes almak ....Örneğin; Ya hasta olursam, kanser olursam bana kim bakar gibi düşünceleri farkettiğinde kendine ‘şu anda nasılsın?’ sorusunu sor. Cevap çoğunlukla ‘iyiyim’ olacaktır’. AN'da çoğunlukla pek bir sorunumuz yok, geçmişte olanlar ve gelecekte olacaklar yani senaryolar bizi sıkıştırır ve kaygıyı arttırır.
Düşünceleri, duyguları fark etmeyi ve kontrol etmeyi öğrenmek, bedenimize ve ruhumuza iyi gelen şeyleri yapmak, sağlıklı beslenmek, sağlıklı düşünmek, farkındalıklı nefes almayı deneyimlemek, kendimize, topluma katkı verebileceğimiz hedefler koyup onlara ulaşmak için çalışmak ve olaylar karşısında daha sakin olmaya çalışmak, kaygılarını kontrol etmenin en güzel yolları.
Yaklaşık 2 hafta sürdü düştüğü kuyudan çıkarılması KUYU köpeğin… İtfaiye çalışanlarının sadece yangına gitmediğini bir kez daha anladık. Varlıklarına bir kez daha teşekkür ettik. Çatıda, bacada sıkışan kedileri kurtarması için çağrılan itfaiye bu kez 70 metrelik bir çukurun içine düşen yavru bir köpeği kurtarması için çağrıldı mahalle sakinleri tarafından.
Yavru köpeğe KUYU ismi kondu düştüğü yerden esinlenilerek ve onu düştüğü kuyu gibi çukurdan çıkarmak tüm mahallenin derdi, tasası oldu ve medya sayesinde tüm ülkenin duası…
Pek çok kurtarma ekibi olay yerine geldi, fikir verdi, destek oldu ve genç bir öğrencinin tasarladığı robotik kol ile yavru köpek dışarı çıkarıldı. Bilimsel çalışmaları destekleyen bir eğitim kurumunun/sisteminin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha fark ettik.
KUYU’nun kuyudan çıkışı bana pek çok şeyi yaşattı ve fark ettirdi işte bazıları;
• Göçük altında kalan ve çıkamayan yüzlerce candan sonra, sonu güzel biten kurtuluş, hayatta kalış hikayelerini çok özlemişim.
• Ülkemde çocuk istismarı, taciz, tecavüz, kadın cinayetlerine karşı savunmasız ve yetersiz kaldığımız bu dönemde, lütfen dedirtti bana lütfen; tüm canlıları koruma, kollama konusunda hassas olalım, el ele olalım, susmayalım, cesur ve kararlı olalım!
‘Ağrılı cinsel ilişki’ veya ‘Disparenü’kadınlarda sık karşılaşılan cinsel işlev bozukluklarındandır. Cinsel birleşme sırasında ağrı duyulması anlamına gelmektedir. Ağrı/acı girişte hissediliyorsa uyarılma eksikliğine bağlı kuruluktan, vajinal infeksiyonlardan, sıyrıklardan ya da kasılmalardan kaynaklanıyor olabilir. Ağrı daha derinde hissediliyorsa, endometriosis, over kisti ve pelvik infeksiyonlar gibi organik nedenlere bağlı olabilir. Disparenü çok detaylı bir jinekolojik inceleme gerektirir. Organik kökenli olabileceği gibi psikolojik kökenlide olabilir. Her ikisinin de olduğu durumlarda söz konusudur.
Ağrılı cinsel ilişkinin kaynağın organik olup olmadığı jinekologlar tarafından incelendikten sonra eğer herhangi bir organik bulgu bulunamazsa mutlaka psikolojik kökene bakmak ve cinsel terapi çalışmak gerekir. Ağrının kaynağı psikolojik olmasına rağmen defalarca jinekologlarda çözümü aramak zaman ve inanç kaybettirir.
Ağrılı cinsel ilişkide kadın ilişkiye izin verebilmekte ancak acı hissetmekte ve cinsel ilişkiyi devam ettirmekte duygusal olarak zorlanmaktadır. Ağrılı cinsel ilişki sorunu yaşayan çoğu kadın sorunun neden psikolojik olduğunu anlamakta ve kabul etmekte zorlanırlar.
Seanslar da şu sorularla ve itirazlarla karşılaşırız.
Tüm bunların cevapları terapide detaylı olarak çalışılır ama kısaca ağrılı cinsel ilişkinin nedenlerine bakalım:
Cinsellik; gelişim dönemlerine göre yaşanma özellikleri değişse de çocukluk döneminde, ergenlik de, genç yetişkinlikte, yetişkinlikte, ileri yetişkinlikte ve yaşlılık da yani doğumdan ölüme kadar hayatın hemen hemen her döneminde var olan bir gerçeklik.
Ancak bu gerçekliği yasaklar, günahlar, baskılar, cinsiyet ayrımcılığı, yanlış inanç ve bilgilerin gölgesinde yaşadığımızda ortaya pek çok cinsel sorun ve cinselliğin tam olarak yaşanamadığı ilişkiler çıkıyor. Cinsel eğitimin olmadığı, cinsel yasaklarla büyüyen, evlenince öğrenirsin denilen nesiller, evlenince çoğunlukla büyük hayal kırıklığı ile karşılaşıyor.
Evlilik kurumu, mutluluğu, birlikteliği, aşkı ve sevgiyi vadettiği gibi düzenli cinsel yaşamı da vadetmekte. En azından reklamları böyle!
Reklamları geçip de işin aslına gelince:
Diyeceksiniz ki cinsel yaşamlarından mutlu olan çift hiç mi yok?
Birbirlerini tanımaya şans veren, evlilik kurumunun evcilik olmadığının farkında olan, kendilerini, cinselliklerini yaşamada özgür hisseden ve bedenlerini tanıyan, cinselliğin önemli bir insan hakkı olduğunun farkında olan şanslı bir azınlık var tabi ki !
Bu azınlığın çoğalması için;
Son yirmi yıldır dönem dönem İlköğretim okullarında ve liselerde ‘Üreme sağlığı cinsel sağlık’ konularında bilgilendirme çalışmaları ve eğitimler vermekteyim. Eğitime katılan öğrencilerin yaş aralığı 12-17. Eğitimleri kız ve erkek öğrenciler karışık olarak, eğitim materyalleri kullarak ve eğitimden sonra soru cevap yaparak anlatırım.
20 yıl içinde pek çok şey değişti: En başta yaşım değişti, bekardım evlendim, psikolojik danışmanlık deneyimim arttı, eğitimcilik kanıma iyice işledi, ülkede yönetimler değişti, eğitim verdiğim ilk gençler çoktan evlendi, çocukları oldu, bilgiye ulaşmak internet sayesinde çok kolaylaştı, kimler geldi kimler geçti…
Pek çok şey değişti de ne yazık ki öğrencilerin sordukları sorular hemen hemen hiç değişmedi!
Çocuk nasıl olur?
Öpüşmekle gebe kalınır mı?
Erkekler de adet görür mü?
Son yılların en büyük sağlık sorunların stres kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Hayatın içindeki kronikleşen stres uzun vadede pek çok psikosomatik ve fiziksel hastalığa davetiye çıkarır. Cinsel istek azlığında, cinsel performans sorunları, erken boşalma vb.. stresin cinsel hayattaki etkilerinden sayılabilir.
Stres anında vücudun kimyasal dengesi bozulur ve pek çok stres hormonu tetiklenir. En temel stres hormonu kortizoldur. Kızgınlık, korku, gerginlikler, öfke, saldırganlıklar, kaygı, üzülme, panik, umutsuzluk, depresyon, tükenmişlik , vb duygulanımlarda başta kortizol olmak üzere, adrenalin, noradrenalin yükselir, DHEA düşer. DHEA gençlik hormonu olarak da bilinir ve stresin azalmasında, cinsel istek ve üreme üzerinde etkili bir hormondur. Östrojen ve testesteron seviyeleri normal olsa bile kortizol yüksek salınıyorsa yani kronik stres yoğun yaşanıyorsa cinsel istekte düşme görülebilir.
Yetişmesi gereken işler, maddi sorunlar, terör, kaygı bozuklukları, geçmişte olanları ya da gelecekte olacakları düşünerek yaşamak, düşüncelerin olumsuz olması vb. gibi stresi artıran etkenlerdir. Stres artıkça cinsel istek ve cinsel performansın azaldığı gözlemlenir.
Stres altında yaşanılan cinsel deneyimlerde oluşabilecek tesadüfi başarısızlıklarda yeni bir stres alanında oluşabilir; yine olmazsa, yine erken boşalırsam, isteğim hiç mi gelmeyecek vb. gibi. Yani hayatın içinde yaşadıklarımıza yüklediğimiz anlamlar, yorumlar stresi oluştururken aynı zamanda cinsellikte yaşadığımız hayal kırıklıkları ve olumsuzluklarda stresi tetiklemektedir.
Özellikle ilk gençlik yıllarında yaşanılan AŞK; duygusal zekasının gelişmesini destekler. Aşık olmak, onu göreceği anları beklemek, sevdiğini hayal etmek, cinsel çekimi yaşamak, karşı cinsiyetle iletişim kurmak ve bu ilişkiyi yürütmek, aşkına karşılık bulmak ya da bulamamak, aşk acısı yaşamak vb, ergenin duygu alanını geliştirir, büyütür, onu yetişkinliğe hazırlar. İleride yaşayacağı ilişkileri yönetirken daha önce yaşadığı duygusal deneyimler onun ilişkisinde daha mutlu ve farkındalıklı olmasına destek olur.
Evebeylerin ‘Derslerine çalışmalısın, sınavları başarmalısın ve iyi bir yerlere gelmek için dikkatini sadece derslerine vermelisin’ telkinlerinden etkilen ve aşktan, karşı cinsiyetten uzak durmaya karar veren pek çok genç var. Oysaki gerçek başarı; sözel, sayısal zeka kadar duygusal zekayı besleyerek hayattan keyif alabilmektir.
İlk gençlik yılları bedensel ve ruhsal değişimin hızlı ve dengesiz olduğu dönemdir. Hormonlar dengesizce salınır, cinsellikle ilgili merak, deneyimlemek istemek, mastürbasyon süreci yaşanır. Cinsel eğitimin olmaması, ailelerin bu konuda konuşmaya kapalı olması ergeni yetersiz bilgiyle cinselliği yaşamaya itebilir. Bu da pek çok tehlikeyi beraberinde getirir. Cinsel suistimal, ergen gebelikleri ve bulaşıcı hastalıklar gibi…
Bu riskler madde kullanımı, korunmasız cinsel ilişki olabileceği gibi sevdiğini kaybetmemek için yaşanan cinsel deneyimler ya da ailenin onaylamadığı ilişkileri yaşamak ya da intiharı düşünmek bile olabilir. Aşk acısı, terkedilmek bazen ergene dayanılmaz gelebilir, hayatın sonuymuş gibi algılayabilir. Bu dünyadan çekip gitmek bile isteyebilir. Ergenlik döneminde yaşanılan platonik aşklar, sevdiği tarafından reddedilme ya da terkedilme intiharla bile sonuçlanabilmektedir. Ergenlik doğası gereği duyguların yüksek yaşandığı bir dönemdir.
Bu dönemde evebeylerin çocuklarıyla iletişimi iyi kurmaları, destek ve sevgilerini göstermeleri, onlara saygı duymaları, cinsellikle ilgili yasaklar koymak yerine bedenlerini tanıma ve korumayla ilgili bilgi verebilmeleri, cinselliğin sadece cinsel birleşme olmadığını, cinsel birleşmeyi erteleyerek de cinselliğin yaşanabileceğini anlatmaları, gençlerin ruh ve beden sağlıkları için çok önemlidir.
Gençlerin gelgitlerine anlayışla yaklaşmayı deneyin ve çok zorlanıyorsanız da bir uzmandan destek almakta rahat olun.
Özellikle ilk gençlik yıllarında yaşanılan AŞK; duygusal zekasının gelişmesini destekler. Aşık olmak, onu göreceği anları beklemek, sevdiğini hayal etmek, cinsel çekimi yaşamak, karşı cinsiyetle iletişim kurmak ve bu ilişkiyi yürütmek, aşkına karşılık bulmak ya da bulamamak, aşk acısı yaşamak vb, ergenin duygu alanını geliştirir, büyütür, onu yetişkinliğe hazırlar. İleride yaşayacağı ilişkileri yönetirken daha önce yaşadığı duygusal deneyimler onun ilişkisinde daha mutlu ve farkındalıklı olmasına destek olur.
Evebeylerin ‘Derslerine çalışmalısın, sınavları başarmalısın ve iyi bir yerlere gelmek için dikkatini sadece derslerine vermelisin’ telkinlerinden etkilen ve aşktan, karşı cinsiyetten uzak durmaya karar veren pek çok genç var. Oysaki gerçek başarı; sözel, sayısal zeka kadar duygusal zekayı besleyerek hayattan keyif alabilmektir.
İlk gençlik yılları bedensel ve ruhsal değişimin hızlı ve dengesiz olduğu dönemdir. Hormonlar dengesizce salınır, cinsellikle ilgili merak, deneyimlemek istemek, mastürbasyon süreci yaşanır. Cinsel eğitimin olmaması, ailelerin bu konuda konuşmaya kapalı olması ergeni yetersiz bilgiyle cinselliği yaşamaya itebilir. Bu da pek çok tehlikeyi beraberinde getirir. Cinsel suistimal, ergen gebelikleri ve bulaşıcı hastalıklar gibi…
Bu riskler madde kullanımı, korunmasız cinsel ilişki olabileceği gibi sevdiğini kaybetmemek için yaşanan cinsel deneyimler ya da ailenin onaylamadığı ilişkileri yaşamak ya da intiharı düşünmek bile olabilir. Aşk acısı, terkedilmek bazen ergene dayanılmaz gelebilir, hayatın sonuymuş gibi algılayabilir. Bu dünyadan çekip gitmek bile isteyebilir. Ergenlik döneminde yaşanılan platonik aşklar, sevdiği tarafından reddedilme ya da terkedilme intiharla bile sonuçlanabilmektedir. Ergenlik doğası gereği duyguların yüksek yaşandığı bir dönemdir.
Bu dönemde evebeylerin çocuklarıyla iletişimi iyi kurmaları, destek ve sevgilerini göstermeleri, onlara saygı duymaları, cinsellikle ilgili yasaklar koymak yerine bedenlerini tanıma ve korumayla ilgili bilgi verebilmeleri, cinselliğin sadece cinsel birleşme olmadığını, cinsel birleşmeyi erteleyerek de cinselliğin yaşanabileceğini anlatmaları, gençlerin ruh ve beden sağlıkları için çok önemlidir.