BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos’taki konuşmasının moderatörünü görünce başımdan geçen, beni terleten iki yöneticilik öykümü yazmaya karar verdim.
Birincisi, 12 Mart 1971’den kısa süre önce yaşandı.
Galatasaray’daki Odakule Binası’nın salonunda, Edebiyat ve Toplumsal İlişkileri gibi, başlığını şimdi tam anımsayamadığım bir açık oturum düzenlendi.
Eskiden moderatör sözü yoktu, unvanım "oturum yöneticisi"ydi.
Açık oturum ekibini yazınca, salonun dışarı taşan kalabalığını tahmin edersiniz.
Oturuma katılan Türk yazarları Aziz Nesin ve Çetin Altan, Alman yazarlar ise Siegfried Lenz ve Günter Eich.
Lenz konusunda yanlışlık yapmış olabilirim.
Dinleyicinin her biri bir dinamit lokumu, soru sormaktan çok kendi düşüncesini açıklıyor. Gelenlerin çoğu da kendi siyasal ideolojisi doğrultusunda yazarı köşeye sıkıştırmaya çalışıyor.
Salondakilerin yüksek sesle konuştuklarını, ayrıca sadece yazarlarla değil, birbirleriyle de çatışmaya eğilimli olduklarını, o dönemi bilenlere söylemeye gerek yok.
İki usta yazar, iki iyi konuşmacı ancak bu eleştiri oklarını karşılayabilir, hatta bir bumeranga dönüştürebilirdi.
Bu açık oturumda neler konuşuldu, diye sorsanız, tek cümle belleğimde yok, oturumu -eski deyimle kazasız belasız- bitirmek için adeta bir rüyada, daha doğrusu kábusta yaşadım.
* * *
İKİNCİ moderatörlüğüm daha da vahim geçti.
Üsküdar Şehir Tiyatrosu’nu iki sevgili arkadaşım yönetiyordu, biri Başar Sabuncu, diğeri de Cüneyt Türel.
Orada yapılacak açık oturumun başlığı Orhan Veli ve Şiiri idi. Açık oturumun duvar afişlerine İstanbul’un göze görünen her yerinde rastladım.
Oturumu ben yönetecektim, katılacak dört kişiden ikisi hálá aklımda: Melih Cevdet Anday ve Şükran Kurdakul.
Oturumun başlama saati 15.00. Saat 12.30 civarında oturuma katılacakları arayıp, bir ön görüşme yapmak istiyorum.
Eşi Selma Kurdakul,Şükran Kurdakul’un İstanbul dışında olduğunu, böyle bir oturumdan da haberi olmadığını söyledi. Umutsuz bir ruh hali içinde, Melih Cevdet Anday’ı aradığımda da; eşi Suna Anday’dan Melih Cevdet Anday’ın İstanbul dışında olduğunu öğrendim. Bu durum çerçevesinde iki arkadaşımdan açık oturumu iptal etmeleri talebinde bulunduğumda, bu isteğim kabul görmedi, hemen gel, dediler.
Gittim, salon dolmuş. Sahneye çıktım, arkadaşlara haber ulaştırılmadığını, o yüzden tek başıma geldiğimi söyledim.
Neyse beklediğim olmadı, dinleyiciler salonu terk etmediler, konuşmamı yaptım, Şehir Tiyatrosu’nun önemli oyuncuları Orhan Veli’den şiirler okudu.
Dinleyicileri de oturuma kattım, yıllar sonra bu toplantının interaktif bir özellik taşıdığını öğrenmiş oldum.
Konuşmam sırasında dinleyicileri taradım, bir de ne göreyim, ön sırada şair, edebiyat öğretmeni Erdoğan Yılmaz oturuyor, hemen onu da kürsüye çağırdım, böylece yüküm bölündü.Kendimi bir anda "edebi one man show" yaparken buldum.
Meğer, bu işi yapacak görevli, oturuma katılacaklara haber vermeyi unutmuş. Zaten bana da haber vermemişti, ben Tepebaşı’ndaki afişte gördüm kendimi.
* * *
MODERATÖRLÜĞÜN zor bir iş olduğunu yaşadıklarımla anlattım.
Şimdi tatlı bir anı olarak kalan iki oturumda da nasıl terlediğimi, korku içinde bitmesini beklediğimi söylemeye gerek var mı?