OKTAL AKBAL'ın bir öyküsünün adı, hepimizin dilinde bir slogana dönüştü:
'Önce Ekmekler Bozuldu.'
İkinci Dünya Savaşı'nın, savaşa girmesek de, önce ekmek karnesiyle hayatımıza yansıyışını özetliyordu.
Öykünün ilk paragrafı, Türk edebiyatında savaş üzerine yazılmış en güzel bölümlerden biridir. Belki de birincisi:
‘‘Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey... Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürülüyorlardı. Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu. Radyolarda marşlar, nutuklar şaşkın insan sürülerinin üzerine savruluyor, gazeteler korkuyla okunuyordu. Tramvaylar, vapurlar sabahları, akşamları tıklım tıklım, daima aceleci, sinirli, teláşlı bir kalabalığını şehrin bir ucundan öteki ucuna taşıyıp duruyorlardı.’’
Önce Ekmekler Bozuldu öyküler toplamı, 1946 yılında yayınlandı.
Oktay Akbal'ın kitaplarını yeniden gözden geçirirken, geçmişte yazdıklarımı anımsarken, yıllar sonra bile, onun öykülerinin, romanlarının, denemelerinin bugün de tazeliğini, duyarlığını koruduğunu, saf edebiyatın temsilcisi üslubunun eskimediğini farkettim.
Öyküleri, romanları, denemeleri, Akbal'ın değişik edebî türlerde, aynı dil lezzetini, arı-duru Türkçe niteliğini taşıdığını gördüğümüzde, genç yazarların onu niçin okumaları gerektiğini de anlarız.
Denemelerinde, edebiyatçı bencilliğinden, benmerkezciliğinden (egosantrizm) uzak, başka şair ve yazarları sevdirme tutkusunu yansıtır.
İster gerçek ister düşsel anlamda, her yazara yakıştırdığım, her yazarın çağrıştırdığı bir şehir, bir diyar vardır. Oktay Akbal, İstanbul'un yazarıdır, İstanbullu yazardır. Onunla birlikte semtleri tanırsınız, İstanbul'un değişik yerlerinde yaşayan insanların bütün hallerini, onun eserlerinde bulursunuz.
İstanbul yazarı, bu nitelemeyi başka yazarlar için de yapabiliriz. Diğerlerinden onu ayıran özellik nedir?
Kimi eski İstanbul'u dile getirir, kendi anılarından yola çıkarak anlatır, kimi nostalji şemsiyesinin altında yazar. Okay Akbal ise bize yaşayan, yaşadığımız İstanbul'u sevdirir. Hüzünle, ayrılıklarla, yalnızlıklarla ...
İlk aşklardan, bahçe sinemalarına, ara sokaklara, bu şehrin yazara özgü panoramasını çizdi yazdıklarında.
O sadece Beyoğlu'yu görmedi, bu şehrin başka simgelerini gözlemledi. Semtleri ve insanlarıyla.
Akbal'ın İstanbul'u ne kurgusaldır ne de siyasi izdüşümün göründüğü bir şehirdir.
Elbette tiplerinin toplumsal tercihleri vardı, elbette, onlar da bir sınıfın insanıydı, cumhuriyeti benimsemiş kişilerdi.
Benim için o, öykünün virtüözüdür, romanları büyütülmüş öyküler gibidir.
Romanı belli klasik tanımlar içine sokmadığınızda, Oktay Akbal roman yazdı diyebilirim.
Önce Ekmekler Bozuldu'nun yeni baskısında, kitap ilk yayınlandığında hakkında yazılanlar ile birlikte, kitabın sonunda eleştirmen Fahir Onger'in -ki ilk kitabın kapağını o yapmıştır- bir yazısı yer alıyor.
İkinci yazı, M. Sadık Aslankara'nın Oktay Akbal Öykücülüğü Üzerine Yaklaşımlar' başlıklı yazısı.
Sanırım her iki yazı da, Oktay Akbal'ı anlamanız için yeni keşif noktaları sunuyor.
Garipler Sokağı romanında, bir fakir sokağın günlük yaşamı; abartısız, süssüz, duyarlı bir gerçekçilikle aktarılır.
İstinye Suları'nda olduğu gibi, kahramanı tek başına, bir boğaz vupuruna atlayıp, kendisiyle başbaşa kalır. Kaçmak, kendine ve yalnızlıklara sığınmak... İnsanın kendisini daha iyi tanıması için en iyi yöntemdir.
Çok sevdiğim Bizans Definesi öyküsünün bir bölümü, çocukluk hayallerimizin unutamadığımız ülkesidir:
‘‘Bizim öyle bol hayallerle yüklü bir Bizans Definesi masalına ihtiyacımız vardı. Onu biz yaratıyor, kendimizi belki de isteyerek aldatıyorduk. Bilerek aldanabilmek mutluluğu yok şimdi!’’
Hiroşimalar Olmasın, bu insanlık utancını anlatan klasiklerden biridir.
Oktay Akbal'ı yeniden okuyun. İyi yazarları zaman zaman yeniden okumak gerekiyor. Bu kitaplar, edebî ustalıkların eskimediğini, edebiyat tarihine geçenlerin, bugün de okunduğunu gösteriyor.
İyi yazarlar, eskimezler. Her kuşak onlardan yeni edebî tadlar edinir.