Paylaş
Birincisi, eski bir İstanbullunun kaleminden, ikincisi de bir yabancıdan.
Rupert Wilbrandt’ın iki cltlik İstanbul Çeşitlemeri’ni okurken bu görüşümün doğruluğunun bir kez daha sağlamasını yaptım.
Kimdir Rupert Wilbrandt?
1935’te Berlin’de doğdu. Babası Prof. Dr. Hans Wilbrandt, birçok Alman bilim adamı gibi Atatürk’ün daveti üzerine Türkiye’ye gelerek 1935’te Ankara’da Tarım Bakanlığı’nda görev aldı. 1940’ta ailece İstanbul’a taşındıktan sonra, Rupert Wilbrandt 1940-1943 arasında Senjorj Avusturya Lisesi ilkokuluna devam etti. 1943’ten 1945’e kadar ailesi Yozgat’ta ikamet etti. Orada özel dersler aldı. 1946’da İstanbul-Parmakkapı İlkokulu’nu bitirdi ve Bebek’teki Amerikan Koleji’nde (lise 3’e kadar) okudu. 1952’de ailesi Almanya’ya döndü. 1952-1961 arasında Bonn Viyana-Bern ve Berlin üniversitelerinde tıp öğrenimi gördü. Mezun olduktan sonra biyokimya bölümünde uzmanlık yaptı. 1966-1969 arasında Bonn Üniversite kliniğinde asistan, 1970’te doçent, 1975’te de profesör oldu. 1974’te de Bonn’da kendi nefroloji merkezini açtı, üniversitede ders vermeye devam etti. 2000 yılında emekli olup İstanbul’a yerleşti.
1990-2000 arasında Bonn’da Alman-Türk Dostluk Derneği başkanlığını, 1992’den 2000’e kadar Politik Forum Deutschland Türkei ve 1996’dan 2004’e kadar İstanbul’da Binbirçiçek Özürlü Çocuklar Erken Tanı ve Erken Tedavi Vakfı’nın başkanlığını yaptı. 1977’de Bursa Fahri Hemşehrilik beratı aldı, ayrıca 1996’da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından Türkiye Cumhuriyeti Liyakat Nişanına ve 1997’de Alman Cumhurbaşkanı Roman Herzog tarafından Almanya Liyakat Nişanına layık görüldü.
TATLI TATLI OKUNACAK BİR KİTAP
Wilbrandt, camisinden lokantasına, parkından oteline kadar İstanbul’u anlatırken araya tiplemeler, fıkralar da katıyor. İstanbul’u doğru bilgilerle tanıtan, yabancı/yerli karışımı bir objektiften bakıyor. Yazar, bilgili bir turist anlayışıyla, gezdiği, gördüğü binalar hakkında bilgi veriyor hatta bazı yanlışları düzeltiyor.
Anlatımın güzelliği ve çekiciliğini şöyle tanımlayabilirim. Gezilerde mutlaka bir lokantaya uğrayıp orada yemeklerden söz edilirken diğer taraftan yemek tarifleri de veriliyor. Sanırım sadece bugünün İstanbul’unu tanıyan -son yirmi yıl mı on yıl mı desem- dünü hiç bilmeyenler için tatlı tatlı okunacak bir kitap.
Çünkü gerçek taratorun nasıl yapılacağını başka nereden öğreneceksiniz? İstanbul’a gelen bir yabancıya bir başka yerli/yabancının anlattıkları hoş şeyler.
Sözgelimi; eskiden telefon telleri birbirine sarılı halde pencere önünde görülürdü.
Yazarın bir yabancı arkadaşı şunu soryor: “Rupi bu sarmaşıklar ne kadar güzel ama neden bir tek yaprakları yok?”
İstanbul’un görünen, bilenen güzellikleriyle, keşfedilmeyi bekleyen güzellikleri farklıdır. Biri görkemli, diğeri de alçak gönüllüdür.
Rupi (dostları gibi hitap edelim biz de) bu keşifleri yapan bir isim.
İstanbul’un ara sokkalarındaki bir lokantaya gider, yanındaki tarihi yapıyı anlatmaya başlar. Aslında bunların içinde hiç kuşkusuz anılar da vardır.
Rupi, sıradan bilgilerle yetinmez, sayfalar ilerledikçe bazı özgün ve ilk bakışta tuhaf gelecek bölümlere rastlarsınız. Bu da yazılanları yorum çeşitliliği içinde değerlendirmenizi sağlar.
Bu arada Binbir Çiçek Vakfı’nın kuruluş nedenini de öğreneceksiniz.
Elbet midesine düşkün bir gezginin -gezgin demek doğru mu- kaleminden mezeleri de öğrenebilirsiniz. Anlattığı lokantaları, meyhaneleri ve ünlü sahiplerini ben de tanıdım.
Yazımın başlangıcında yabancıların İstanbul’a bakışını tavsiye etmiştim size.
Okuduğunuzda beğeneceğinizi umuyorum.
Alın kitabı elinize, onların gösterdiği yolu takip edin, zevkli bir İstanbul gezisi yapacaksınız.
(Rupert Wilbrandt, İstanbul Çeşitlemeleri 1-2, Galata Yayınları)
Selimiye’den eski İstanbul evleri ve Haliç manzarası
Camiden çıktık, caminin Haliç’e doğru uzanan o güzel bahçesini dolaştık. Aşağıya baktığımızda -uçurum gibi dik iniyor- minnacık bahçelerin içinde neredeyse harabeye dönüşmüş minnacık ahşap evler. Pencerelerinin birinde cam yerinde kontrplak, ortasında soba borusu geçiyor. Bahçelerde keçi, tavuk, horoz ve yarı çıplak çocuklar. Gülüşüyorlar, oynuyorlar, tavukları kovalıyorlar. Hatta birisi keçiye binmiş, elinde kılıç taklidi bir sopa, ‘yallah’ diye bağırıyor. Ne kadar fukara ve ne kadar mutlu. “Haliç harika güzel ama Haliç’i Piyer Loti kahvesinden anlatacağım size bir gün,” diyor Jorj. Haydi gelin, siz şimdi şahane güzel İznik çinileriyle süslü sekiz köşe Sultan Selim’in türbesini görün. İşte bu. Karşıdaki türbe ise, Sultan Süleyman’ın dört çocuğunun türbesi. İçine, çini üzerindeki o hat sanatının en üstünü olan yazıya bakın. Yine aynı bahçede Abdülmecit’in türbesi. Artık başım dönmeye başladı ve Jorj, “Dönüşte başka bir yoldan gideceğiz. Drağan Camisi’ni geçip, Fethiye Caddesi’nden Fethiye Camisi’nin (Pamakaristos Kilisesi) dışını göstereceğim, içini başka bir gün gezeceğiz. Oradan size Ahmet Paşa Mescidi’nin dışını gösterip, Beyazıt’tan devam edeceğiz,” dedi.
“GÖzünü seveyim Jorj, çok yorulduk. Şöyle Fatih’e kadar yürüsek de oradan tramvayla Beyazıt’a gitsek olmaz mı?” diye sordum. Jorj, “hay hay” dedi. Yürüyerek Fatih’e gittik ve tramvaya atladık. İkinci mevki yeşil tramvay. Paso ile üç kuruş idi o zamanlarda.
DOĞAN HIZLAN’IN SEÇTİKLERİ
David Foster Wallace / İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler / Siren Yayınları
Selim İleri / Yağmur Akşamları / Everest Kitap
J.M. Coetzee / Taşra Hayatından Manzaralar / Can Yayınları
Elif Batuman / Ecinniler / Doğan Kitap
Can Yücel / Güle Güle - Seslerin Sessizliği / iş Bankası Kültür Yayınları
Paylaş