SÜREKLİ bir garda yaşamak. İstasyon bankında oturmak.
Karşılayacağım ve uğurlayacağım kimse olmasa da.
Trenler bana hüzün verir. Kavuşmaları değil de ayrılıkları çağrıştırır. Hele tren istasyonları; kalabalıklardan, seslerden, gülüşmelerden, ağlamalardan sonra gömüldükleri sessizlik. Terk edilen, trenlerin uğramadığı istasyonlar daha da mahzundur. İnsansız ömür sürdürmek nasıl bir ömür törpüsüdür.
Cansızlar için söylediğimiz bir söz vardır: Ah dili olsa da anlatsa. Bu garları, istasyonları Aykut Tankuter dillendirmiş.
İlk kez İstanbul dışında bir küçük istasyona, Arifiye’ye indiğimde şaşırmıştım. Neden? Bir şehri istasyondan tanımak gibi abes bir çabaya girdiğimden mi?..
Garlar, istasyonlar. Hepimizin belleğinde hem bireysel yaşamımızdan kalan anılarda var olur, hem unutamadığımız film karelerinde. İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan filmlerde ne kadar çok gar sahnesi vardır.
* * *
TREN. Tek kelimelik bir albüm. Özcan Ağaoğlu/Erhan Gürkan’ın siyah-beyaz fotoğrafları. Şömizin ön kapağında ve arka kapağında bir bilet. Bundan daha büyük çağrışımlı simge ne olabilir ki!
Demiryolculara adadıkları kitabın başına Susan Sontag’ın bir sözünü almışlar:
‘Mallarme dünyadaki her şeyin bir kitapta son bulmak için var olduğunu söylemişti. Bugünse her şey bir fotoğrafta son bulmak için var oluyor...’
Trene dair düşündüklerimi, düşünebileceklerimi zenginleştirdi bu albüm. Hayal gücümün katsayısını artırdı, insan yüzlerinin öyküsünü yazmaya çağırdı beni.
Tren kompartımanlarından Anadolu insanının tarihini yazabilirsiniz, bu fotoğraflara bakarak.
Gürkan’ın dediğine kim katılmaz: Havaalanları da, yolcuları da bakımlıdır. Sahici insan yerine robotlar gibi yürürler. Havaalanındakilerin ellerinde Bond çantaları vardır, azıkları yoktur, trende yiyecekleri.
Ya garlar, karmaşanın sahnelendiği bir oyun gibidir.
Ağaoğlu da, ‘Yaşamı rayların üzerinde fotoğraflıyorum’ demiş.
5 yıl 20.000 kilometre. Tutkunun ürünü bunlar.
Gürkan’ın Fırat Ekspresi fotoğrafı, bir köy romanının ilk sayfalarını özetliyor. Öbür fotoğraflara bakarsanız, esin perisi size dargın değilse, bir roman, en azından bir öykü yazabilirsiniz.
Özcan Ağaoğlu’nun Posta’sı vagonun içinden, yok yok eksik söyledim gündelik hayattan bir kare.
Trenlere özgü bir hayattan bahsedilebilir mi? Neden olmasın? Siyasal tarihimizde de, toplumsal tarihimizde de, onsuz hiçbir şeyi anlatamayız.
Bilinen sözü tekrarlamaktan niye kaçınayım? Trenleri görsem, trene binsem, tren yolcularını görsem, Özcan Ağoğlu ile Erhan Gürkan’ın fotoğraflarını anımsayacağım, hemen albümü açıp bakacağım. Gerçekle sanat buluşacak, gördüğümle çekilen örtüşecek. Belki de, trene dair bir yazı için, sadece onların fotoğraflarına bakacağım.