İçimdeki Timsah (Anlatı), Bir Sen Kaldın Yalnızlık Gelince (Öyküler).
Ali Poyrazoğlu’nun yazdıklarını okurken, tiyatro ile edebiyat arasındaki gelgitler kafamda canlanır. Yaşama hem gülerek bakar, hem de hüzünlenerek. Dalga geçer, dalga geçmenin ciddiyetini hissettirir.
İlk oyununu oynadığından beri, meslek yaşamını bildiğim, oyunlarını, yaptıklarını izlediğim Ali Poyrazoğlu’nun yazdıklarında, Shakespeare’i bilen bir sanatçının alt metni vardır.
Büyük usta, "Dünya bir sahnedir, insanlar da oyuncudur," dememiş miydi, o zaman Poyrazoğlu da bizi durmadan, dünya denilen sahnede gözlüyor. Elbette iyi bir tiyatrocu olduğundan, bizi hem kuliste hem sahnede gözlemleyebiliyor.
Anılarından notların yer aldığı oyunlarda, kişileri çizerken, sevmekle eleştirmek arasında öyle bir hassas sınır çizer ki, biz insan gerçeği budur, yücelikleri ve zaafları bir arada bulunur, yargısına varırız.
*
İçimdeki Timsah kitabındaki bazı anlatılar, bir duyarlığın bilgi ile örülmüş örnekleri.
İstanbul Hatırası, gerçeklik efektinin ağır bastığı hayali bir mahallenin sakinlerini yazıya getiriyor.
Edebiyat dünyasının birçok adı, eserlerine yapılan göndermelerle, kitaplarını çağrıştırarak, eser kahramanlarını anarak, tiyatro oyunu tadında bir metin ortaya koyuyor.
Dil üzerine çeşitlemelerden de ayrı bir edebi lezzet duyacağınızdan kuşkum yok.
İstanbul Hatırası’nda sevdiğiniz birçok yazarı, onları kişilik özellikleri içinde, daha bir tiyatro mekánında sunuyor bize.
Öyle bir mahalle gerçekten olsaydı, bir edebiyat zenginliğinin ortasında canlı bir müze olurdu. Ama mahalleli dediğimiz insanlar topluluğunun nasıl birbirlerini hem sevdikleri, hem de yerdikleri malûmunuzdur; bu anlatıyla daha da güzel ele alınıyor. Benim için, aramızdan ayrılan, yaşayan dostların da bir çizelgesi. Kitabın en beğendiğim parçası.
Kardan Adam, gerçeği, fanteziyi bilmeyenlerin, her şeyi gerçek sananların ince alay filtresine takılmış halleridir.
Ali Poyrazoğlu, anlatılanların içine, oyuncu, sanatçı, tiyatrocu takımının pek de iyi sayılamadığına dair, küçük acı biber gibi cümleler atar. Elbette kendisiyle dalga geçmeyen yazarın, başkasıyla dalga geçmeye hakkı yoktur.
Karpuz Olan Çocuk, onun sıradanlık denilen bedenimizi, özellikle ruhumuzu bir boğa yılanı gibi saran sıkıntıdan kurtuluşun notlarıdır. Sonunda çocuk karpuz olmak ister. Neden? Çünkü, annesi Türk terbiyesiyle, babası Alman terbiyesiyle büyütmek ister çocuğu. İki kültürlü insanlarımızın dilemmasıdır bu.
Ebrunun Güzelliği, hepimiz hayatımızın değişik dönemlerinde yaptıklarımızı, işlerimizi, kimliğimizi, sonradan karşımıza çıktığında nasıl da sorgularız. Mutlu edici bir gösteri değildir bu.
Eski filmleri, oyunları gördüğünde Ali Poyrazoğlu ne düşünüyorsa, ben de zaman zaman eski yazılarımı okurken aynı belirsiz düşüncelere dalarım.
*
Kendimizle baş başa kaldığımızda, şu cümleyi söyler miyiz?
"Sağa baksam yalnızlık, sola baksam sıradanlık..."
Ah Linda ah...’ı okuduğumda benim de başımdan geçen bir video seyrini anımsadım.
Anlatının konusu şu: Aziz Nesin’in Koltuk eseri sinemaya aktarılıyor. Yönetmen, Ömer Kavur. Sete Linda adlı Doberman cinsi köpeğini de getiriyor. Çekimler sırasında başta Ali Poyrazoğlu olmak üzere herkes korku içinde.
Bir gün, Mezzosoprano Yıldız Dağdelen, Filiz Aliile beni, Franco Zeffirelli’nin yönettiği La Boheme’in videosunu seyretmek üzere evine çağırdı. Başrolde Teresa Stratas oynuyor. Yanımızda Yıldız Dağdelen’in Doberman’ı... Gözümüz hem ekranda, hem de Doberman’da.
Tiyatro Dediğin Gökten Düşmüş Üç Elmadır’ı okuduğunuzda, yalnız sahnede yer alanın değil, koltukta oturan seyircinin de tiyatrocu olduğuna karar verirsiniz.
İçimdeki Timsah’ı da seveceğinizi biliyorum. Çünkü başında yer alan iki dizeyi ben de çok seviyorum. Oktay Rifat’ın:
"Hatıralar da dal istiyor
Kuşlar gibi konacak."
*
Bir Sen Kaldın Yalnızlık Gelince; öykülerden, küçücük öykücüklerden, fıkra tadında metinlerden hatta iki cümleden oluşuyor.
İllüstrasyonlar Semih Balcıoğlu’nun. Hiç kuşkusuz metinlere daha da lezzet katmış.
Duyarlı, hüzünlü öyküler/öykücükler. Kimisi için minimal diyebilirim. İroni bazen hüznü dağıtıyor, bazen koyulaştırıyor.
İnsanın yalnızlığı, kalabalıklarda bile hissettiği yalnızlığı çok vurgulanan bir tema.
Okulu kıran çocuklar için... orta ikiden ayrılan çocukların destanını yazan Ece Ayhan’ı anmamızı sağlıyor.
Adı bile yeterli değil mi?
Okulu Kıran Çocuklar İçin...
"Dersin tam ortasında.
Sıkıntının doruk noktasında,
Matematik hocası kaptırmış gidiyor,
Sinüs kosinüs okyanusunda.
Açık camdan içeri dalınca alacalı bir kelebek,
Bahar geldi.
...
Tüymüşler...
Sınıfa dönmeyen çocuklar,
Kelebek olur,
Nereye giderler bilinmez..."
Yer yer absürd diyeceğimiz diyaloglar, bize farklı bir öykü anlayışını yansıtıyor.
İnsan ilişkilerinin anlaşılmazlığını, deyim yerindeyse abesliğini veriyor bu öyküler/öykücükler.
Görünenlerin, bilinenlerin dış yüzeyini kazıyarak, insanların iç yüzünü (mü desem?) bize iletiyor.
Edebiyat meraklısı olduğunu sanan bir zenginin, tablo koleksiyoncusunun gülünçlüklerini ve zavallılıklarını teşhir ediyor.
*
İki kitabı bitirince hem eğlenecek, hem düşünecek, hem üzüleceksiniz.
Edebiyat da, tiyatro da bu değil mi zaten?
Ali Poyrazoğlu, bizi hayatın kulisine çağırıyor.
Hayatın ebrusu
Geçen akşam oturmuşum TV’nin karşısına, o kanal senin, bu kanal benim zaplayıp duruyorum. Bir kanalda yirmi iki yaşımdaki halim çıkıverdi karşıma... Eski bir filmim, konusunu bile unutmuşum.
"Kim bu genç oyuncu?" diye bakıyorum.
O genç oyuncu benim de, o ben, bugünkü ben miyim? Tutkularım neydi? Nasıl bakıyordum ikili ilişkilere, dostluğa, aşka... Bugün nasıl bakıyorum? Neler, kimler beni çok etkiledi? İlişkilerin başladığı andan itibaren değiştiğinin farkındayım. Sürekli değişiyor her şey... Düşünceler, ilişkiler ve ten.
Sürekli değişim yolculuğundayız. Son duraktan sonra bile sürecek değişim.
Üç gün sonra, başka bir TV kanalında eskiden oynadığım bir oyunun tamamı yayınlandı. "Bakayım şuna nasıl oynamışım? Bugün oynasam nasıl oynardım?"
Uzaktan tanıdığım bir oyuncuyu izler gibi izliyorum. Bugün böyle oynamazdım. Başka türlü bakıyorum bugün oyunculuk sanatına, yaşama, insanlara... O günümden alıp bugüne taşıdığım bilgi, birikim, deneyimler de var; değişirken ayıklayıp geride bıraktıklarımız, süzdüklerimiz, zaman zaman fırlatıp attıklarımız da...
Son halimize bakıp diyoruz ki, "İşte yaşamımdan çıkardığım ebru, dokuduğum kanaviçe bu... Bunu ben yaptım. Bu, benim işim. Tamam, içinde yaşadığım dünyanın, toplumun da etkisiyle yaptım bu resmi. Benden bu çıktı. Şimdi değişik yaşlardaki hallerimden bir kurul toplar, yaptığım bu ebru konusundaki fikirlerini alırım. Umarım birbirilerine hoşgörü ve anlayışla yaklaşırlar. Her kafadan ayrı bir fikir çıkacağı kesin..."
KİTAPLARDAN
Kurun ütopyanızı
Bütün bu yazdıklarımı, önümde duran sekiz yüz seksen altı sayfalık bir tarih kitabı aklıma getirtiyor. Arsen Yarman’ın Osmanlı Sağlık Hizmetlerinde Ermeniler adlı kitabı; eşsiz bir çalışma. Osmanlı-Ermeni cemaati ilişkilerinin bilinmeyen yönlerinin yanı sıra Anadolu’nun kültür mirasını gün ışığına çıkaran müthiş bir çalışma. Arsen ve Hilda Yarman benim yakın dostlarım. Dostluklarından zevk aldığım, sık görüştüğüm, güvendiğim dostlar. Arsen, sanayici. Yıllardır, mesleğinin onu zorladığı yaşam biçimine ve sosyal ilişkilere karşı durmaya çalışıyor. İçinde yüzdüğü ırmağına akışını nasıl değiştirebilir, nasıl daha verimli bir hale getirir, diye tarihle ilgileniyor. Herkesin, büyük nehre bağlanan kendi ırmağı vardır. O ırmakta, Arsen, amatör bir tarihçi olarak profesyonelleri çatlatacak çalışmalar yapıyor. İşinden zaman ayırarak, az uyuyarak, muhteşem bir tarih kitabı yazdı. Yaşama biçimini elden geçirip, yeniden şekillendirdi. Irmağın kenarında minik bir vaha yarattı. Başkalarının yaşam biçimine, var olma tavrına saygılı, empoze etmeyen, baskı kurmayan bir yaşama biçimi özlemi vardı; onu gerçekleştirmeye çalışıyor.
(...)
Çağdaş sivil toplum yaratabilmek için, önce çağdaş sivil bireyler olmamız gerekiyor. Bunun da temel şartı, işinizin yaşam biçiminizi belirlemesine, şekillendirmesine direnmekten geçiyor. Bırakın işiniz, sizin kurduğunuz var olma biçiminizin bir parçası olsun. Arsen Yarman, sanayiciden tarihçi çıkarttı.
Bakalım sizden ne çıkacak?
Benim yaptığımı yapın. Atın kendinizi bir hurma ağacının altına.
Düş kurun. Nasıl bir yaşam biçimi istiyorsunuz? Kurun ütopyanızı. Yokistan’ınızı. Sonra da var etmeye çalışın.
Başkası olmak
Oynamak, başkası olmak, en temel içgüdüsü insanoğlunun.
Yalnızca oyuncular değil, herkes bir karakter yaratıp, yüzünü, kılığını o karaktere dönüştürüp dolaşıyor ortalıkta.
Kendine kıyak bir imaj yaratma derdinde herkes.
Makyaj sanatı da en büyük yardımcısıdır bu işin. Sahne üstünde de, sahne dışında da...
Yüzdeki çizgiler, yaşamımızın haritasıdır. Nereye gitmişiz? Nerede terk edilmişiz? Sevgilin ne zaman ölmüş? En çok sevdiğin gün, attığın kahkahalar, devirdiğim kadehler yüzünde çizgi olarak kalır.
Öptüğün her dudak, dudağının hafızasında iz bırakır.
Her ayrılık bir çizgidir gözünün kenarında.
Bazen, yılların yüzümüze çizdiklerini örtmek için yapılır makyaj... Bazen olduğundan daha olgun durmak için. Kendini daha genç göstermeye çalışırsın veya yaşlı.
Sen, senin üstüne başka birini çizersin.
Başkası olmak, başkasını oynamak.
Akıntıya doğru inadına
Ben, oldum olası çok çalışan bir insanım. Bir işte yorulurken, başka bir iş yaparak dinlenmekten, sürekli üretmekten haz alırım. Bu benim seçimim. Bir akıntıya kapılmış oraya buraya sürükleniyor değilim. Yaşam nehri, ırmaklarla, göllerle beslenir, büyük yaşam okyanuslarına akar...
Yaşam nehrinin akıntısına bırakırım kendimi, gücümü, yaratıcılığımı, nerelere kadar gitmeye soluğumun yeteceğini merak ederim. Arada bir, nehrin kenarına tutunur, soluklanırım. Nehrin aktığı yana değil, akıntıya karşı yüzmek geldi mi içimden, başlarım ters tarafa doğru yüzmeye. Hızla önünden geçip gittiklerimi, fark etmediklerimi, ıskaladıklarımı, güzelliklerini fark edemediklerimi daha yoğun bir emek harcayarak yeniden görmeye, anlamaya çalışırım.