Onun çok sevilen parçalarından birinin adı
Ah Benim Sevdalı Başım’dan çağrıştırdım yazımın başlığını.
Zülfü Livaneli’nin anılarında -ki birçok kişi ona bu bir roman demiş- 1970 12 Mart’ında başlayan ama her dönem darbelerle, hükümetlerle süren baskıcı rejimlerde zor koşullarda yaşatılan sanatçılara, edebiyaçılara, müzikçilere rastlayacaksınız.O bütün bunlara rağmen kitabında kin gütmüyor, yapanların adını anmakla geçiştiriyor. Ya da bir dönem sahte pasaportla kaçmak zorunda kalanla sonradan devletin verdiği "kırmızı pasaport"u alanın aynı kişi olduğunu söyleyip, değişenin ne olduğunu soruyor.Anılarda; birçok ünlüyü, birçok önemli adı bulacaksınız. Hangi münasebetle diye sormayın. Elbette sorgulamalarla, tutuklanmalarla, işkencelerle ilgili olarak.Suçlama gerekçelerini okurken şunu düşündüm.Mutlaka bu kitabı siyasetçiler, adalet dünyasının her kademesindeki kişiler okumalı. Zamanın rüzgárına kapılıp karar verenler, yarına gözlerini kapatıp sanatçıların ileriye dönük görüşlerini yok sayanlar, bir gün gelip onları nasıl da zamanın mahkûm ettiğini, zavallı ve komik gösterdiğini öğrensinler.
Zülfü Livaneli ile arkadaşı, başka yerdeyken birden bir uçak kaçırma iddiası ile yargılanıyorlar. Soruşturmayı yapan bile buna inanmadığı için, uçağı nasıl kaçırdınız sorusuna
Zülfü Livaneli’nin yanıtını gülerek dinliyor:
"Geç kaldığım için uçağı kaçırdım."Koğuşta
Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın, türküsünün söylendiğini duyan yetkili, gelip onları susturuyor ve siyasi mesajı olan başka bir şarkının sözleriyle karıştırıyor. Daha sonra karakol komutanı, yazılı olarak sözleri istiyor. Sanırım ünlü Enternasyonal’le karıştırmış olacak.Kaçış serüvenlerini, bir yerde duramamayı, insanın ülkesine dönemeyişini anlatıyor.
Ömer Zülfü Livaneli olduğu için suçlu olan ve ülkesinden kaçmak zorunda kalan
Livaneli, sahte pasaportla gittiği Stockholm’de de
Ömer Zülfü Livaneli olmadığı için tutuklanır. Belki de bir kuşağın yaşadığı ironik tecrübe en iyi bu satırlarla anlatılıyor.Yurtdışında yaşamak zorunda kalışın, bir sanatçı olarak ona yararı dokunduğu kanısındayım. Çünkü ortaya koyduğu eserler uluslararası niteliğini, yerini böyle kazandı.
Sevdalım Hayat’ta, bu bölümleri okuduğunuzda bana hak vereceksiniz.İnanılmaz satırlar var. Eşyalarını almak için yük trenine gittiğinde parçalanmış eşya ile karşı karşıya kalıyor.Bir yabancı ülkeden Türkiye’ye dönmek üzereyken, birden bir başka ülkeye gitmek zorunda kalıyor.Sürgünün coğrafyası büyüktür, kendi ülkeniz dışında tüm dünya sürgündür. Kitapta da İsveç, Paris ve aradaki yerler bu coğrafyayı oluşturuyor. Konserler, film müzikleri, başarılar, uluslararası ünün ardına kadar açılan kapıları.Benim için bu kitabın ilgi çekici yanı, adı geçen birçok kişiyi tanımam, başlarına gelenlerin acısını bilmem. O kötü günleri yaşatıyor bu kitap, ama genç kuşak için hayati bir belge özelliği taşıyor. Biliyorum ki, ne bunları yapacaklar, ne de yaptıracaklar.Bakıyorsunuz, yaşanılan trajediler, koğuşta anlatılırken kahkahalara dönüşüyor.
Ömer İnönü’nün sorguya çekilmesi. Babasının kim olduğunu öğrendikten sonra komiserin komik durumu, okurken gerçekten güldüren, ama diğer taraftan da bazı insanlara acımamıza sebep olan satırlar.
Hüseyin’in hapishaneden mahkemeye gidip gelirken ona jandarmaların tanıdığı iznin sonu.Ülkeden ülkeye, sınırdan sınıra geçerken başa gelen gariplikler, komiklikler.Bazı kişilerin kaytarması ve tüm zorluklara rağmen
Yaşar Kemal’in kavi dostluğu.
Zülfü Livaneli anılarında ihanetleri siste bırakıyor. Ama insanlık sınavından pekiyi alanları asla unutmuyor.Sanat yaşamının her aşamasını bildiğim/bildiğiniz bir sanatçının, hayatının birçok ayrıntısını öğrenmek, onun eserlerindeki bazı bölümlere de projektör tutmaktır. O yıllardaki ruh halini görmek, eserini yaratırken, yaratış sürecine de bazı açıklamalar getirmektir.
Sevdalım Hayat, bu açıdan bir önem taşıyor. Okumam, dinlemem hep bir dostluğun ışığında gerçekleşmiştir.
Zülfü Livaneli ile dostluğum 1960 sonlarında başlıyor, anılarımızda yaşayan şair, hikáyeci
Nevzat Üstün’ün Harbiye’deki evinde tanıştım. O zaman
Ekim Yayınları’nı çıkarıyordu.Siz onun anılarını değil, Türkiye’nin engebeli insan tarihini okumuş olacaksınız.Yer yer gülerek, yer yer gamlanarak.
KİTAPTANBirkaç gün kan işeyeceksin endişelenme, geçerBenden önce yakalanan herkes işkence görmüştü. Akay Sayılır, Emil Galip Sandalcı, Abdi Yazgan, Erdal Öz, Ömer Madra, Nejat Bayramoğlu ve daha birçok arkadaştan Yıldırım Bölge’de kalanlar, ayrıntılarıyla kontrgerilla işkencehanesini anlatıyorlardı. Bu arkadaşlardan bazıları tutuklanarak Mamak’a gönderilmişlerdi bile. Benim sorgum da orada, aynı biçimde yapılacağı için nelere dikkat etmem gerektiği konusunda yetiştiriyorlardı beni. Birinci kural; aklımı kaçıracak dereceye bile gelsem, bunun bir son olduğunu ve kurtulacağımı bilmeliydim. İkincisi; kendime duyduğum saygıyı ortadan kaldırmak için her şeyi yapacaklar, bedenimi ve ruhumu aşağılayacaklardı. Buna hazırlıklı olmalı ve amaçlarının bu olduğunu düşünerek direnmeliydim. Üçüncüsü ise; işkencede avazım çıktığı kadar bağırmaktı. Böylece çok acı duyduğumu saklamamış olurdum. Elektrik verdikten sonra birkaç gün kan işeyecektim. Endişelenmemeliydim, daha sonra geçiyordu. Böylece içeri alındığım ilk akşam, beni, işkence konusunda bütün ayrıntıları bilen bir aday haline getirdiler. Bu kadar ayrıntı bilmek insanı korkunç etkiliyor ve apar topar işkenceye götürülmekten çok daha fazla acı veriyordu.Tıngır mıngır sazdan çoksesli müziğeBana akşamüstü sıra geldi. Ünlü Blood, Sweat and Tears grubundan önce sahneye çıkacaktım. İlk kez böyle bir kalabalığın önünde sahneye çıkıyordum. Názım, Hiroşima, Pir Sultan derken sazın sesi parkın üzerinden aktı gitti. İnsanlar dinlediler ama ben sahneden çok da mutlu ayrılmadım. Çünkü bizim için çok önemli olan sözleri anlamalarına imkan yoktu. Saz da tek başına gerekli etkiyi yaratmıyordu. Çok boynu bükük ve zayıf kalıyorduk. Bizim de ritim ve armoni öğeleriyle güçlendirilmiş bir orkestrasyona kavuşmamız gerekliydi. Şili ve Yunan grupları geleneksel enstrümanlarını gitar, bas ve davulla bütünlemişlerdi. Oysa biz tıngır mıngır bir saz eşliğinde şiir söylüyorduk. Daha önce Anadolu rock akımı, bu müzikal formun içine sazı yerleştirmişti ama bu iş, gitarcıların saz çalması ve popçuların halk müziğine bakışı biçimindeydi. Oysa yapılması gereken, halk müziğinin özünü ve vurucu yanını ortaya çıkarmak ve halk çalgılarının bütün ustalıklarıyla sergilenmesine izin vermekti. Ayrıca müzik geleneğimize dayalı yeni, modern şarkılar, şansonlar, baladlar yaratmalıydık. Bunlar modern şiirin en yetkin örneklerini sunmalıydı. O gün benimsediğim bu anlayış beni kendi ülkemde ve dünyada önemli kitlelerle buluşmaya götürdü. 1999 yılında İtalya’dan gelen bir mektup, "San Remo En İyi Şarkı Yazarı" ödülünün bana verildiğini duyuruyordu.
DOĞAN HIZLAN’IN SEÇTİKLERİFriedrich Nietzsche
İşte Böyle Dedi ZerdüştKabalcıYrd. Doç. Dr. Bilal Kırımlı
Celál SılayRAProf. Dr. B. Sönmez-R. Yıldız-B. Ağaoğlu
Sarıkamış Harekátı KaynakçasıİkarusPhilippa Gregory
Kraliçenin SoytarısıArtemisAlev Coşkun
Hasan A li YücelCumhuriyet Kitap